-I-

Herkes görüyor, herkes konuşuyor ve yana yakıla bir çözüm arıyor. Açlık milyonlarca emekçi için kapının önünde bekleyen bir tehditten öte, evlerin içinde kurbanlarını yoklayan bir Azrail.

Geriye kalan milyonlar içinse, dibi görünmez karanlık bir uçurumun kenarında sallanmak; her an uçuruma düşme tehlikesiyle öfkeli ya da aç yığınların engel tanımayan ateşinin her an parlamasından tedirgin. İster karnı doysun, ister doymasın, her emekçi açlığı en yakın, en yakıcı sorun olarak görüyor, çılgınca görülenler dahil, her adımı atmaya hazır. Bu adımları acil gündemine almayan ya da lafı dolandırıp duran her partiyi, açlık uçurumu kadar derin bir politik-sosyal boşluk bekliyor.

Sonuna kadar gitme kararlılığıyla donanmış her büyük halk devriminde, bardağı taşıran son damla açlık olmuştur. Bu tarihi dersle yetinmiyor, milyonların açlık karşısındaki öfkeli, taşkın ve sabırsız bir enerjiyle kaynamakta olduğunu görüyoruz. Mümkün değil bu kaynamanın hangi noktada ve hangi olayla patlamaya dönüşeceğini bilmek. Bildiğimiz ve gördüğümüz kesin olan tek şey, açlık acısını farklı düzeylerde yaşayan milyonların, böylesi bir hesaplaşmaya kendilerine özgü biçimlerde hazırlık yaptıkları, patlamanın gerekli ve kaçınılmaz olduğunu kavrayanların olağanüstü hızla çoğaldığıdır. Sınıfların karşılıklı mücadelesindeki dengeyi özetleyen bu durum, ortaya proleter devrimci öncünün sırtına özel görevler yükleyen bir döneme işaret ediyor. Ortada, ancak proleter sınıf öncüsünün doldurabileceği politik ve sosyal bir boşluk var.

Politik ve sosyal boşluk ne anlama geliyor? Genel değil somut, yaşam kadar yalın bir şekilde izah etmek gerekirse; politik boşluk, gelinen aşamada milyonlarca emekçinin gerçek durumlarından boy veren siyasi karakteri ile siyasi partilerin, grupların izledikleri taktik çizginin arasına, bu partilerin aşmaya yeteneği bulunmayan bir uçurumun girmesidir. Sosyal boşluk ise, şimdi açlık çığlıklarıyla özetlenen tüm sosyal sorunların, var olan düzen altında kısmen de olsa yumuşatılması imkanlarının tükendiği; ezerek ilerleyen sosyal yıkımın ancak yeni bir topluma geçişi hazırlayan adımlarla önlenebileceği gerçeğini ifade eder.

Politik boşluğu görmek zor değil. Farkına varanlar burjuva muhalefetin gerici partileri oldu. Kendilerine miting ve gösteri yasağı koydular. Ziyadesiyle memnun olduk. Siz bir kenara çekilin. Peki ya sol-sosyalist cephede bu politik boşluğun yansımaları var mı? Öncesi bir yana, Ocak ayı ortasında HDP’nin çağrısıyla bir araya gelen sekizli grubun düştüğü acınası duruma bakmak yeterli.

Sekizli grup eylem alanlarında güç birliği sağlamak için toplanmadılar, gelecek seçimde bir sol ittifak oluşturma amacıyla bir araya geldiler. Eğer normal zamanlardan geçseydik, elli yıldır her fırsatta “kendi içinde 40 parçaya bölünmüş sol” nakaratını kafamıza kakan emekçi kitleler irili ufaklı sekiz partinin bir araya gelişini heyecan ve hevesle karşılardı. Ama ne yazık yanlış zaman, yanlış hesap. Normal zamanlarda değiliz. Buluşmanın seçimlere dönük olduğu ve bu türden her buluşmada gündeme gelmesini kimsenin engelleyemediği “vekil pazarlığı” yapıldığı açığa çıkınca, emekçilerin nasıl öfke dolu tepkiler yükselttiğini görmek, bizim için hiç şaşırtıcı değildi. İnternette yayılan haberin altında uzadıkça uzayan öfkeli mesajlar silsilesi orada duruyor ve hep duracak, bu partilerle emekçi sınıfların arasına giren boşluğun bir kanıtı olarak.

Öfkeli mesaj silsilesi toplantıya katılanların hemen çark etmesine yol açtı. Gözü hep yukarıda, burjuva sınıfın saflarındaki çatlaklara sızmakta olan ve bu yolda Perinçek ustalığına erişen TKP hemen bir açıklama yaptı: Diğer bileşenler ile aralarında anti-emperyalizm, laiklik ve sınıf temelli politikalarda anlaşmazlıklar olduğunu ilan ederken bile havaya yumruk sallıyor, öfkeli mesajların gerçek içeriğini anlamazlıktan geliyordu.

Sol Parti uzak geçmişte yakalamış olduğu geniş kitle ilişkileri ile az çok politik bir sezgiye ve reformizmin en kadim yolcuları olarak dikkat çekici kurnazlığa sahip yöneticilerle söz konusu toplantının çekeceği öfkeyi önceden görmüş olmalı ki, katılmayı baştan reddetti: “...tartışmaya seçim ittifaklarından ve milletvekili sayılarından başlamayı doğru bulmuyoruz. Bize göre bu etapta yapılması gereken şey, içinde ciddi riskler barındırdığı açık olan seçimin koşullarını da belirleyecek toplumsal bir mücadelenin örgütlenmesidir.” Laf ebeliğindeki maharete ve kurnazlığa bakar mısınız? Hem toplantının gerçek içeriği ifşa ediliyor, hem de hasımlara soldan bir kroşe çakıyor, belirsiz bir “toplumsal mücadele” lafıyla. TKP gibi gözü yukarıdaki çatlaklarda değil ama, aşağıdaki halk yığınları arasındaki çatlaklarda olan Sol Parti, pekala durumun farkında. BirGün gazetesi politik servisi imzalı bir yazıda tümüyle onaylayabileceğimiz bir tespit var: “Gençlerin, kadınların, çalışanların, siyasi partilerin performansı ve ufkunu aşan bir noktaya geldiğini söylemek mümkün.” Politik boşluğun net bir izahıdır bu. Ama aynı zamanda, reformist kafalarda büyük sancının başladığı yerdir. Kurnazlık burada devreye giriyor. Bir yandan, “Halkın kendi laiklik, demokrasi, bağımsızlık ve kamuculuk eksenindeki politikalarının somut bir mücadele programına dönüşmesi öncelikli ihtiyaçtır” denirken, diğer yanda bu iştah açıcı sosun altındaki bulamaç, servis tabağındaki yerini alıyor: “Solun ve tüm muhalefetin önündeki en acil görev en geniş muhalefet cephesiyle mevcut rejime son vermek olarak düşüyor. Bu konuda oldukça mesafe alındığını söylemek mümkün. Referanduma dönüşmüş olan seçimin kalbi rejimin oylanacağı cumhurbaşkanlığı seçimi olacaktır. Seçimi kazanıp kaybetmenin ölçütü parlamento değil cumhurbaşkanlığı seçimi olacaktır.” (18 Ocak, BirGün Gazetesi)

Kurnazlık da bir yere kadar! Sol Parti’nin “ufku” bu ifadelerde çok açık. Kendi deyimleriyle “Değil 15 ay, 15 gün bile dayanacak gücü olmayan” milyonlara ne öneriyorlar? Rejimi değiştirmeyi... Lafın ağırlığına bakmayın, dağ fare doğuruyor. Değişmesi hedeflenen tek şey cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi. Peki bu konuda “oldukça mesafe” alanlar kimler? Sol Parti adına yazanlar gizlemiş, biz söyleyelim: Kandil’i yerle yeksan edeceğini ilan eden Kılıçdaroğlu, faili meçhuller kraliçesi olmakla övünen Akşener, Sivas katliamının damgasıyla ünlü Karamollaoğlu, kent savaşlarının kanıyla yıkanmış Davutoğlu; dinci faşizmin inşasında kritik roller oynayan Babacan ve diğerleri... İşte size “en geniş muhalefet cephesi”. Sol Parti, 15 gün bile dayanacak gücü kalmayan emekçileri “toplumsal mücadele” bayrağı altında toplayıp, sonra bu en gerici partilere Cumhurbaşkanlığı seçiminde yardımcı olacak. Sol Parti’nin “vekil pazarlıkları”na neden karşı çıktığı anlaşılıyor. Bir de, aynı toplantıya öfkeli mesajlarla tepki gösterenlerin tutumuyla, bu kendini kurnaz sanmaya devam eden reformistlerin derdi arasındaki derin uçuruma bir bakın: Kasap et, koyun can derdinde!

Sosyal boşluk kendisini, bizzat halkın, şu veya bu resmi makama değil, bankalara, servet sahiplerinin hayırseverliğine değil, ama kendi ilişkilerine ve varlığına dayanarak, geniş bir dayanışma ve paylaşım ağını örmeye başlamasıyla gösteriyor. Çaresi kalmadı, milyonların yardımına ne “devlet baba”, ne belediyeler, ne banka kartları, ne de “askıda ekmek” kampanyaları yetişecek. Açlık ve sefalet öylesine yaygın, dehşetli ve derin ki, bunun üstesinden ancak, merkezi bir iktidar, merkezi bir hazine ve üretimin olduğu kadar tüketimin de planlanması gelebilir. Dinci faşist iktidarın tek derdi, döviz borcuna batmış tekelleri kurtarmak için, söz konusu tekelleri bile hayrete düşürecek bir gayretkeşlikle faturaları acımasızca şişirmek. Bankalar finansal iflastan kaçınabilmek için insanların artık ekmek alırken bile ihtiyaç duydukları kredilere fahiş faizler bindiriyorlar. Öyle ki, kartlar artık iki yakayı bir araya getirme aracı değil, elinde avucunda ne varsa kaptırma tuzağı... Sosyal yangını itfaiye hortumuyla söndürme görevini yüklenmiş kimi belediyeler, olabildiğine derin sefalet karşısında, yaraya merhem olacak güçten yoksunlar. Bu durumu gören emekçilerin, hangi yollardan dayanışma ve paylaşımı geliştirmeye başladıklarını, bir önceki yazıda ele almıştık.

Sosyal boşluk, hadi diyelim hepsi bir araya gelmiş olsun, tüm devrimci ve sosyalist partilerin doldurabileceği nitelikte bir boşluk değildir. O ancak, daha ileri bir topluma geçilerek aşılır. Ve emekçilerin kendi sınıf içi ilişkilerine dayanarak, geliştirdikleri dayanışma, daha ileri bir topluma geçişin hazırlığından ibarettir. Çünkü, ucu bir ayaklanmaya çıkar.

Normal zamanlarda, emekçi sınıfların dayanışması ve paylaşımı için ortaya atılan çoğunluğu tüketici kooperatifleri ya da halk bakkalı biçiminde gündeme gelen önerilere karşı itirazımız vardır. Çünkü bu öneriler halka, ihtiyacı olanı sermaye sınıfının elinden zorla koparıp almak yerine, kendi yağında kavrulup kendi tasarruflarını bölüştürme yolunu gösterir. Ama bu kez, normal zamanlarda değiliz. Emekçi sınıflar, en temel ve yakıcı sorunların bir ayaklanma ile çözüme kavuşacağına giderek daha fazla inanıyorlar. Ve politik düzlemde böyle bir yola çıkmış bir halk, sosyal düzlemde, ayakta kalabilmek için dayanışma ve paylaşımı ön plana çıkarıyorsa, bunun anlamı bir ayaklanmanın sosyal planda hazırlığıdır, ona hizmet eder.

Sefalet ve açlığın açtığı siyasi boyut hesaba katılırsa, dayanışma ve paylaşımın siyasal-sosyal temeli değişmiş demektir. Geçmişte karnı doyanlar açları idare ediyordu. Şimdi ise herkes aynı yarı aç yaşamı paylaşıyor. İlk biçimiyle dayanışma ve paylaşım emekçi sınıflar arasına, yaşam ve geçim düzeyi, ruhsal durum farklılıkları (yardım edene tatmin duygusu, yardım alana hiç geçmeyen bir ezilmişlik duygusu kalır) koyuyor. İkinci biçimiyle, bu farklılığın aşılması ve aynı öfkeli ruh halinde (ne tatmin edilmiş, ne de ezilmişlik duygusuyla boğulmuş) halkın birleşmesi sağlanır. Sosyal boşluk, işte böyle adım adım, yeni bir topluma gebe ilişkileri doğurarak etkinliğini sürdürüyor ve doluyor.


-II-

Politik boşluk, sosyal boşlukla birleşip üst üste bindiğinde neler olacağını anlamak için kahin olmaya gerek yok. Doğa gibi, toplum da boşluk tanımaz, çifte vakumun etkisi, politik özneleri kendi sahasına çeker, onları tüm süslerinden arındırır, gerçek sınıf niteliklerini ortaya serer ve nihayet, öncülük kapasitelerini testten geçirir. Orada, çifte vakumun savurduğu alanda, kitlelerin nabzını tutabilen ve onların dilini kendi taktik çizgisine tercüme edebilen; mücadelenin son evresine hazırlanan ama farklı çıkarları, bilinçleri ve eylem kapasiteleriyle çeşitlilik gösteren genel kitleyi, kendi sınıfsal hedefiyle uyumlu bir politik çerçeveye çekebilen; acil ve temel sorunlara, aynı aciliyette ve köklü çözümlerini yalın, basit, herkesin kolayca anlayabileceği bir dille aktarabilen bir öncü; böyle bir öncü, çifte vakumlu boşluktaki testi başarıyla geçebilir.

BirGün Gazetesinin de kabul etmek zorunda kaldığı üzere, kitlelerin siyasi parti performanslarını ve ufuklarını aşan siyasi tutumlarının odaklandığı noktalara bir bakalım. Görülecek ki, kitlelerin geldiği noktalar, Leninistlerin “politik güç” konumlanmasını tam anlamıyla destekliyor. Somut, kanıtlanabilir verilerle, kitlelerin Leninistlerle uyuşan, onun geri kalan tüm siyasi partileri aşan “ufukları”, dört noktada özetlenebilir.

1) Dinci faşizm bir seçimle gitmeyecek... Pekala biliyoruz ki uzlaşmacı sosyalistler, halk arasında yaygınlaşan bu kanaatten oldukça şikayetçiler. Ama en son, burjuva sınıfın tarihsel belleğine sahip CHP’nin şefi, bu gerçeği dile getirmek zorunda kaldı. Böylece sosyal reformistlerin ulaşabileceği kitleden çok daha geniş bir katmanda aynı kanaatin dile getirildiğine dair güçlü bir veriye sahip olduk.

2) Kötünün iyisi yani eski deyimle ehveni şer bizi kurtarmaz. Anket şirketleri, her zaman güvenilmez veriler sunarlar. Fakat gerçeğe biraz yakın olan tek veri, hiçbir partiye oy vermeyeceklerini söyleyenlerdeki hızlı artıştır, şimdilerde anket sonuç potalarındaki en büyük pay onlara ait. Oysa ehveni şer, bu toprakların geniş yığınlarında köklü bir temele sahip, özellikle buhran dönemlerinde canlanan politik bir tutumdur. Uzlaşmacı sol dahi, burjuva muhalefetin tüm kalemşörleri, muhalif cephenin halka umut veremediğinden öylesine yüksek sesle yakınıyorlar ki, yakıcı bir gerçeklik olduğuna dair pek az kuşku bırakıyorlar.

3) Kendi kaderimizi elimize alıp hesaplaşmayı sokakta yapmazsak, buhran bizi perişan edecek. Hemen her gün çok fazla sayıda sokak röportajı, video ve yazılı mesajda dile gelen bu fikir, halkın içinde öyle geniş bir taraftar kazanmış olmalı ki, dinci faşizmin şefi, kürsülere çıkıp tehdit dolu açıklamalar yapmak zorunda kalmıştır. Kendi kaderini başkasına bırakmadan ele alıp hemen eyleme geçme fikrinin etkisini, işçilerin safında net olarak görebiliyoruz. Son zamanlarda, etkili ve sonuç alıcı eylemler, sınıfın henüz sendikasız ve en örgütsüz kesimlerinden geliyor. Aynı kararlılığı, jandarma barikatlarını yarıp geçen, çevresini korumaya girişen köylülerde de görüyoruz.

4) Kürdistan sorunu, ulusal-sınıfsal bir sorundur. Önceki yazılarda, yapanları bile hayrete düşüren bir araştırmadan bahsetmiştik. Kürdistan’da yaşayan halk, en yakıcı sorun olarak, dörtte üç oranında, açlığı, işsizliği ve sefaleti işaret ediyordu. Araştırmayı yapanlar bizzat ezilen ulus bakışına sahip olanlardı, yani araştırmanın gerçekleri yansıttığına inanmak için çok geçerli bir sebebimiz var.

Emekçi sınıfların ufkunu belirleyen bu dört nokta, bazısı bir kesimi etkilemesiyle, halkın nabzıdır. Ve Leninistlerin taktik çizgilerini, şiarlarını bilenler için, aradaki yakın ilişki çok açıktır. Seçimle gitmeyecekler fikri Leninist yayınlarda uzunca süredir aynı içerikte yer almakta. Ehveni şer tutumunun terk edilmesi, tek adamlık rejimi ya da saray faşizmi gibi terimlerle süslenen, burjuva sınıfın bir kesimini hedeflerken, öbür kesimine yedeklenen oportünist taktik çizginin karşısında, Leninist çizginin yanındadır. Sokağa inmeden hiçbir sorunun çözülemeyeceğine dair fikir, Leninistlerin dönemsel yol gösterici bir slogan olarak kullandıkları “Şimdi Devrim Zamanı” (taklitlerinden sakınınız!) fikri ile aynı noktadadır. Kürdistan sorununda meselenin ulusal-sınıfsal temelde ele alınışı, oportünizmin 30 yıldır unuttuğu, ama Leninistlerin her seferinde hatırlattığı bir perspektifti.

Şöyle bir yanılgıya kapılarak, kendimizi kandırmıyoruz: halkın bilinç olarak ulaştığı seviye, Leninistlerin eseridir. Hayır, böyle bir iddiayı ne şimdi ne de geçmişte herhangi bir komünist parti ileri sürebilir. Komünist öncülerin çizgileriyle kitlelerin ulaştığı devrimci ufuk, biri diğerini doğuran türden değil, bir noktada birbiriyle uyum yakalayan türden olgulardır. Öncülerin teorik yoldan ulaştıkları noktalara, kitleler kendi deneyimlerinden geçerek, hatalarından öğrenerek ulaşırlar. Ve aynı şekilde, kendimizi kandırmadığımız gibi, bir partinin gücünü oluşturan en önemli unsurun, onunla aynı düşünen ya da düşünmeye başlayan kitleler olduğunu biliyoruz. Ve tam da şimdi, politik ve sosyal boşluğun yarattığı çifte vakumda, bu etkinliğin olağanüstü öneminin farkındayız. Her partiyi aşan emekçi sınıfların siyasal sözcülüğü, politik arenadaki temsiliyeti, Leninistlerin omzundadır. Bu ciddiyet ve sorumlulukla hareket ettiğimiz, bu özgüveni kuşandığımız ölçüde, emekçilerin nabzını tutan ve yansıtan “politik güç konumu”nu sağlamlaştıracak, ete kemiğe bürünmesini sağlayacağız.

Ciddiyet ve sorumluluk, proleter öncüye, genel kitle hareketinin karşılaştığı sorunlara pratik çözümler bulma görevi yüklüyor. Sorunların başında, kitle olarak tanımlanan kalabalıkların gerçekte, sınıf farklılıklarına dayanan çıkarlara sahip olması geliyor. Sadece çıkarlar yönünden değil, bilinç ve mücadele kapasitesi de farklılık gösteren kitleler, hasmını yere serecek bir hedef birliğine sahip olmalıdır. Birleşik hedef etrafında ne denli toplaşır ve yoğunlaşırlarsa, sermayenin farklı çıkarları kullanarak hareketi bölmesi o denli zorlaşır.

Alışılageldik oportünist-reformist çizgi herkesin kendi talepleri ile alanlara çıkması için hamkafa bir inatçılıkta birleşedursun, Leninistler hedefi ortaklaştıran şiarın devrimci halk iktidarından başkası olmayacağında ısrar ediyor. Bu şiar “Fabrikalar Tarlalar Siyasi İktidar Her Şey Emeğin Olacak” ve “Bütün İktidar Emeğin Olacak” sloganlarında dile getiriliyor. Bunlar proleter devrimci öncünün temel şiarlarındandır. Ancak bunların henüz “hayatın önünde giden” hedefler olduğunun farkındayız. Öte yandan küçük bir provasını Kasım ayı sonunda gördüğümüz kitle hareketlenmesi önüne “Hükümet İstifa İktidar Halka” hedefini koymuş bulunuyor. Arada önemli farklar olduğunu unutmadan, genel hareketin öne çıkardığı bu sloganı benimsemek, ciddi bir hata olmayacak. Çünkü, tüm reformist uzlaşmacı çizginin ötesine geçen bu şiarla hareket eden kitleler, hatalarından hızlıca öğrenme kapasiteleriyle, hedefledikleri iktidarın nasıl bir içerik taşıması gerektiği sorununu önlerine koyacaklardır. Proleter öncü, onlara, hedefledikleri halk iktidarının, en başta devrimci bir iktidar, yani kendisini hiçbir yasayla sınırlamayan bir iktidar olursa, en temel sorunların çözümünde bir güç haline gelebileceğini kavratmakta zorlanmaz.

Herkesi kendi talepleri etrafında harekete geçirmeye odaklananlar, en basitinden, kendilerine vaat edilecek küçük çıkarlar için muharebe alanını terk etmeye eğilimli işsizler ordusunu nasıl zapt edecek? Hemen hepsi kalıcı işsizlikle çok uzun zamandır sınıf karakteri bozulmuş bu çok büyük kitle, ancak proleter sınıfın şiar ve bayrağı peşinde, onun ve hegemonyası altında devrimin zaferine dek yürüyebilir. Bu nedenle genel kitle hareketine hedefe ulaşabilecek bir politik çerçeve sunabilen yegane güç, proleter sınıf öncüleridir. Gelinen aşamada, halkın ortaya atmış olduğu ve hedefi belirleyen çerçeve ile proleter öncünün çizdiği çerçeve, birbirini destekleyen, yakınsayan ve güçlendiren içeriktedir.

Şimdi proleter öncülerin “politik güç” konumunu ileri taşıyacak olan kitlelerle bağı ve güven ilişkisini pekiştiren çalışmanın ne olduğu sorusuna cevap verelim. Bu çalışma, emekçi yığınların yakıcı biçimde yaşadığı derin, tümüyle karmaşık görünen temel sorunlara açık, yalın, net çözümler getiren ajitasyondur. Ve Leninist öncü ile şimdi onun taktik çizgisini farklı biçimlerde izleyen milyonlarca kitle arasında köprüler kuracak ara katmanlar, bu çalışmadan çıkacaktır. Emekçi sınıflar, açlıkla özetlenen cehennem koşullarınca ablukaya alınmıştır. Sınıf öncüleri, herkese fena halde karmaşık görünen bu sorunlara oldukça basit ve kesin çözümler sunacak birikime sahipler. Kitleler, geleceğe güvenle bakıp o geleceği hevesle yaratmak istediklerinde, nihai hesaplaşmanın kapıları daha kolay açılır, daha ateşli bir enerji harekete geçer. Ve yine tüm sorumluluk Leninistlerin üzerindedir.

Açlık, hayat pahalılığı, işsizlik, ulaşım ve barınma sorunları, hepsinin çözümü, şu üç kelimede saklıdır. Denetim, gözetim, sayım.

Kapitalizm altında açlığın nedeni kıtlık değil, tersine, kıtlığın nedeni açlıktır. Yeterince toprak, yeterince gıda var, ama tekelci egemenlik altında, satılamayan yiyecek denize dökülür. İşsizlik, yeterince iş olmadığı için değil, tekeller aşırı karlarını gerçekleştirebilsin diye, milyonlarca işçinin aşırı çalıştırılmasından doğar. Şirketlere ve zenginlere ait muazzam miktarda parasal kaynak, salt finansal spekülasyon için, üretime harcanmadan kasalarda durur. Emekçiler, arşa çıkmış kiraları, yeterince ev olmadığından değil, tersine, içinde kimsenin olmadığı çok fazla ev ve büro olduğu için ödemek zorunda kalırlar. Basketbolcu kolu uzunluğuna erişen elektrik ve doğalgaz faturaları, enerji kaynakları kıt ya da maliyetler yüksek olduğu için değil, aşırı kapasitelerini atıl halde tutan enerji şirketleri borçlarını ödeyebilsin diye şiştikçe şişer. Enflasyon, buhrana sürüklenen tekelci kapitalizm krizi deli gibi para basarak yatıştırmaya çalıştığı için emekçilerin başına bela olur.

Denetim, gözetim, sayım en yakıcı sorunların en acil çözümünde, belirleyici önemde ilk adımlardır. Bunun için, tüm bankaları, tekelci işletmeleri, nakliye ve ulaşım tesislerini birleştirip kamulaştırmak yolunda hiçbir yasal sınır tanımayan bir iktidar gereklidir. Denetim, gözetim ve sayımı, halihazırda gerçekleştirecek çok etkin bir aygıt var: bankalar. Bankalar, kırsal üretimden OSB’lere, dış ticaretten turizme, perakendeden inşaata dek, üretim ve ticaretin her alanında faaliyetteler; teknolojik altyapı, milyonlarca işletmenin girdisini-çıktısını tam anlamıyla kontrol ve gösterime alacak kapasitededir. Yani bunun için öyle çok karmaşık, çok büyük uzmanlık gerektiren özel bir aygıta gerek yok. Biraz muhasebe bilen her sıradan banka çalışanı, bu görevleri rahatlıkla yerine getirebilir. Bankalar sayesinde, devrimci bir iktidar, sahip olunan bütün zenginlik kaynaklarını, gizlisi saklısıyla, çarçur edileni, atıl bekleyeniyle açığa çıkarıp en etkin biçimde harekete geçirmeye yardımcı olacaktır. Bu ilk adımları çok kısa sürede atabilecek devrimci bir iktidar, şimdi halkın cehennem azabıyla çektiği açlığı, işsizliği, barınma problemlerini öylesine hızlı iyileştirmeye başlayacaktır ki, emekçi sınıflar, tüm bu cehennemi günlerini boşuna yaşamış olduklarından kuşku duymayacaktır.

Elbette meraklı sorularını ardı ardına sıralamaya hazır insanlar için, çok daha detaya inilebilir. Ancak günlük devrimci ajitasyon için bu kadar yalın, basit, net açıklamalar, cehennem azabı çeken emekçi sınıfların kafasında, geleceği aydınlatacak bir umut ışığı yakmaya yeter.

Peki bu denetim gözetim ve sayımı, kimler yapacak? Meselenin püf noktası burada. Bu günlerde propaganda çalışmalarında bolca “kamulaştırma” sözcüğünü kullananlara soralım. Burjuva egemenlik altında ticari gizlilik esasken, bu gizlilik binlerce yasa ve mevzuatla korunurken, servetin kutsal dokunulmazlığını korumak için yaşayan devlet bürokrasisi iş başındayken, isterseniz bütün üretimi kamulaştırın, açlığı, işsizliği, hayat pahalılığını yenemezsiniz. Sadece kendini yasalarla sınırlamayan, servetin kutsallığı önünde yerlere kadar eğilmeyen bir iktidar, sadece varolan bürokratik aygıtı paramparça edip yerine halkın devrimci-demokratik aygıtını koyan bir iktidar, tüm bu görevleri layıkıyla ve kolayca yerine getirebilir. Sadece böyle bir iktidar, bizzat emekçi halkların ellerine denetim gözetim ve sayımın tüm otoritesini teslim edebilir. Demokratik halk iktidarı ve emekçilerin üretim üzerindeki denetimi olmadan, tüm o kamulaştırma sözleri ya boştur ya da düpedüz aldatmacadır.

Halk, devrimci bir iktidarın son aç çocuk doymadan zenginlere gram ekmek vermediğini gördüğünde; sayıları 1,5 milyonu geçen bomboş duran evlere, en az bu kadar çok boş ofis ve bürolara hiçbir yasal kısıtlamayı tanımadan el koyup, buralara yoksul halkı yerleştirdiğini gördüğünde; tüm banka borçlarının silinip, dış borçların reddedildiğini, banka ve kasalarda istiflenen paraların, en başta küçük çiftçilere, faizsiz kredi olarak dağıtıldığını ve buna benzer bir çok adımı hemen atabildiğini gördüğünde, işte o zaman emekçi sınıfların, on milyonların engin gücü, enerjisi ve yaratıcılığı açığa çıkacak. Ve atılan bu ilk kritik adımları, halkın engin yaratıcılığı ve enerjisiyle, çok daha ileri adımlar hızlıca takip edecektir.

Leninistler, geleceğin parlak ışığını ellerinde tuttuklarını göstermelidir. Ve bugün çok karmaşık, içinden çıkılmaz görünen sorunların çözümünün hiç de zor olmadığını; devrimci bir iktidarın tüm köklü ve acil sorunlarda hemen ciddi bir rahatlama sağlayacak adımları atarken, bir mucizeye değil, sadece halkın engin gücüne ihtiyacı olacağını anlatabilmeliler. Yaşamı korkunç bir cehennem olan emekçilere, sadece bir esin verin, basit, yalın sözlerle.

Bunlar, şimdi geldiğimiz aşamada, Leninistlerin politik güç konumunu gerçek bir sosyal güce dayandıracak yollar, imkanlar ve görevlerdir. Gerisi bu görevleri tam bir özgüvenle sahiplenmeye, azim ve kararlılıkla çalışmaya ve nihai sonucun mutlaka proletaryadan yana olacağı güveniyle yerine getirmeye bağlıdır.

Umut Çakır