Aklını peynir ekmekle (ve parlamenter budalalıkla) yememiş herkes için bir ayaklanma, nihai sonucu belirleyecek bir muharebe kaçınılmazdır.

Bir devrimci ayaklanmanın kaçınılmazlığından kim ne anlıyor?

Temelinde kitlelere tam bir güvensizlik bulunan alışageldik öncülük anlayışına göre, bir ayaklanmanın koşulları birbirini izleyen tren katarları gibi aşamalara sahiptir ve hiçbir sıçrama anı içermez. Bu kısır anlayıştaki öncüler, ilk aşamada halkı günlük geçim dertleri ve demokratik teşhir vasıtasıyla örgütleyecek; ikinci aşamada örgütlenip kontrol altına alınmış bu güçle iktidar dışındaki tüm mevziler teker teker ele geçirilecek ve nihai aşamada, şimdi düzgün biçimde mevzilerde konuşlanmış kitleler, artık geriye kalan tek mevzinin iktidar olduğuna ikna edilecek ve bu sayede kitleler, kendilerini başarıdan başarıya taşımış öncülerin arkasında sıralanarak iktidara yürüyecektir. Fantastik ölçüde basit şablonda, ilkelerin derinlikle açıklandığı broşürleri hiç okumamış emekçi milyonların, sarsıcı olaylardan devrimci sonuçlar çıkarma, kendi dayanışmasını örme ve kendi kaderini ele alacak inisiyatif iradeyi yaşam mücadelesi içinde kazanma kabiliyetleri tümden göz ardı edilir.

Oysa, pek çok kez dile getirdik, modern zamanların büyük devrimleri bu alışıldık şablonun tersine işaret ediyor. Son yüzyılın devrimci ayaklanmaları sayısız kere şunu kanıtlamıştır. En geniş emekçi yığınlar, ne öncülerin kendilerini düzenli bir faaliyetle bilinçlendirip örgütlenmesini bekliyor, ne de ayaklanma için öncülerin hazırlığı ve çağrısını bekliyor. Her yerde sık sık karşımıza çıktığı için, olgunun süreklilik ve kararlılık kazanmış yönü olarak, modern çağ ayaklanmaları “kendini örgütleyen bir süreç” biçiminde ele alınabilir.

Bu modern çağ olgusunu, tam bu şekilde yani en belirgin yönünü öne çıkararak ifade ettiğimizde, “kitle kuyrukçuluğu” üzerine suçlamalar havada uçuşacaktır. Böyle suçlamalara girişeceklere üç sözümüz var. Birincisi, her toplumsal olgu gibi, kendini örgütleyen süreç olarak ayaklanma olgusu da saf değildir ve içinde farklı çap ve etkide öncülerin cüret dolu her türlü faaliyetini içerir. İkincisi, bir ayaklanmayı devrimin zaferi ile karıştırmayalım, dünya tarihi kendiliğinden ayaklanmaları çok fazla gördü ve öncülerin müdahaleleri olmadan bu ayaklanmaların devrimci zaferle taçlanmasını ise neredeyse hiç görmedi. Ve üçüncüsü, keşke yığınların bilinç ve örgütlülüğüne hiç güven duymayanlar, keşke siz de biraz şu yığınların kuyruğuna takılsaydınız. Çünkü o yığınlar, sınıf savaşımının geldiği noktada, tüm sefil reformistlerin, tüm oportünist çizginin ötesine geçtiler.

Bir ayaklanmanın itici kuvvetleri ile onun önündeki engellerin, onu nasıl “kendini örgütleyen bir süreç” haline getirdiğini görmek; sınıf öncülerinin bu sürece hangi araçlarla müdahil olabileceğini anlamanın önkoşuludur. Bir ayaklanmayı kaçınılmaz kılan, yani ardındaki itici kuvvet, Lenin’in mükemmel netlikteki ifadeleriyle, “... bunalımın halkın maddi ve tinsel güçlerini” son derece gerip tüketmesi ve tüm güncel toplumsal örgütlenmeye “o derece sert darbeler” indirmiş olmasında aranmalıdır. Sırasıyla maddi, tinsel ve güncel toplumsal örgütlenmelerle kastedilenin neler olduğunu, tamamen en son ve sıcak olayların seyri içinde kalarak anlamaya çalışalım.

Bunalım tarafından emekçilerin maddi gücünün tükenmesi, öyle uzun dönemli değil, artık neredeyse gün gün, saat saat değişim seyri izlenebilecek tempoda yaşanıyor. Adeta herkes birer ekonomi uzmanı oldu. Olma da görelim! Emekçiler, kavruldukları cehennemin sıcaklığını ölçmek için, hangi göstergeye bakacaklarını şaşırdılar. Ve ibrelerin hepsi kırmızıya dayandı: Döviz kuru, enflasyon, şişen faturalar, uçan kiralar, yığılan icra dosyaları, kartlara işlenen borç faizleri, semt pazarındaki fiyat etiketleri, buz gibi havada bile kilometreyi bulan ucuz ekmek kuyrukları, fişi çekilen dolaplar, söndürülen lambalar, birden bire azalan trafik...

Yaşanan bunalım öyle bir noktada ki, bu ibrelerin biri düşse, hemen bir başkası yükseliyor. Emekçi sınıflar bunu yaşayarak öğrendiler; döviz kuru düşse enflasyon alıp başını gidiyor, faiz düşse kiralar uçuyor. Ve aslında çok önemli, çok kritik bir şeyi daha öğrendiler. Bunalımdan tasarruf yaparak kaçılamıyor: Kombiyi kıssalar elektrik faturaları boşluğu dolduruyor; elektriği kıssalar benzin fiyatları vuruyor; karınlarını yarım doyursalar pazardaki fiyatlar yükseliyor. Bu sayede her emekçi, günlük yaşamı sürdürebilmek için gerekli ihtiyaç maddelerini, devasa kollarıyla birkaç büyük tekelin sermaye çevrimine bağlı olduğunu anlama fırsatı buluyor. Halk, bunalımda ayakta kalabilmek için, ihtiyaçlarının bir kısmından vazgeçse bile, devasa kollar hemen harekete geçiyor, kendi açığını başka yollardan kapatıyor.

Bunalımın maddi tükenişinden kaçış yolu artık tamamen kapalı. Gün gün, saat saat ilerleyen bu trajik yazgı, en geniş emekçi yığınları, basit bir hükümet değişimiyle her şeyin güllük gülistanlık olacağı beklentisinden uzaklaştırıyor. Kazanılmış bu bilincin politik arenaya yansıması, “ehven-i şer”, yani kötünün iyisi yoluyla kurtuluşa erme umudunun tükenişidir. Bu yüzden, maddi tükenişten ne burjuva muhalefet ne de reformizm, destek kuvvetlerini arttırma yönünde yararlanabiliyor. Dönüp bakalım bir, RTE’yi çileden çıkaran sokak röportajlarına; yalnızca dinci faşist iktidara değil, servet sahiplerine karşı bitimsiz bir öfke göze çarpacaktır. Maddi tükenişin yarattığı gerilimin, gün be gün, saat saat, ayaklanmayı kaçınılmaz hale getiren başat faktör olarak işlemesini sürdürüyor.

Ama bu kadarı yetmez: Hele ki, bir kez sokağa indiğinde sonuna kadar gitmenin zorunluluğunu, hasmını yaralı halde bırakmamak gerektiğini sezinleyen bir halk, kararlı bir hesaplaşma için, kapitalist topluma egemen olan tinsel güçlerin de aynı derecede gerilip tükenmiş olmasına ihtiyaç duyar. Tükenen tinsel güç, kapitalist hegemonyanın en güçlü zihinsel araçlarıdır: Dindir, şovenizmdir, özel mülkiyet ve ailenin kutsallığına saygıdır. Ve hepsini, kapitalist sınıf adına sahada etkin kılan duygu, ya burada ya öte dünyada, geleceğin bugünden daha iyi olacağı beklentisidir. Böyle bir beklenti kalmamışsa, kapitalist sınıfa geçmiş olsun, en güçlü zihinsel silahları elinde patlar.

Birkaç güncel gözlem bile, saydığımız tinsel güçlerin tükenişini resmetmeye yeter. 20 yıllık dinci-faşist iktidarın “kindar” nesil çabalarına rağmen, eğer halk %85 oranında tarikatlara karşı olduğunu söylüyorsa; bir tarikat yurdunda canına kıyan bir gencin hikayesini iktidarıyla muhalefetiyle susturma çabalarına rağmen günlerce tartışma gündeminin en başında tutuyorsa; yaşanan sefalete rağmen camiler dolup taşmıyor, böyle günlerde zehrini akıtmaya hevesli sarıklı-cübbeli gruplar her köşe başında tebliğ dağıtmaya cesaret edemiyorsa; “nas” ile ayetle süslenmiş sabır öğütleyen vaazlar öfkeyle karşılık buluyorsa; tümünün anlamı açıktır. Elbette, sınıflı toplum var oldukça din ayakta kalacaktır, fakat gelinen noktada emekçi halklar için din, büyük buhrana karşı tinsel bir dayanak noktası değil, aksine, gerilimi daha da arttıran bir olgudur.

Şovenizm benzer bir kaderi paylaşıyor. Her şeyi “dış güçler”e bağlama konusunda, dünya halklarından her zaman daha önde giden bu toprakların insanları, eğer buhranın nedenini sadece %10 oranında dış güçlerde arama noktasına gelmişse; her karmaşık dönemi ezilen topluluklara yönelik bir yağma-talan şölenine döndürmek için her daim hevesle bekleyen lümpen unsurlar bir türlü istedikleri zemini yaratamamışsa, gençliğin ezici çoğunluğu kurtuluşu başka ülkelere gitmekte görüyorsa, orada şovenizmin beslendiği toprak kurumuş demektir.

Boşanmalar patlıyorsa ve çoğu zaman bu yol icradan-borçtan kurtulmak için kullanılıyorsa; buhrana karşı direnebilmek adına, kapitalizmin çekirdek ailesinin yerini, akrabaların topluca yaşadığı, adeta klan yaşamı almaya başlamışsa; onlarca yılını evde tüketmiş kadınlar, iş bulma kuyruklarında görünmeye başlamışsa; evlenmeler, çocuk doğurma oranları neslin devamının tehlikeye düşürecek kadar gerilemişse, buhranlarda kutsal bir sığınak olan, kapitalizmin çekirdek ailesinden geriye ne kalır?

Özel mülkiyetin kutsallığından ne haber? Açlar ordusunda, özel mülkiyetin kutsallığına dair gram fikir bulunmaz. Onlar için zenginliklerle dolu vitrinler, rezidanslar, ölümcül bir hasmın varlığına işarettir ve ilk fırsatta yakılacak olandır. Şimdilik onları durduran, mülkiyete saygı değil, güvenlik kulübeleridir.

Bu kutsal haleyi hem kafalarında hem de ayaklarında pranga misali taşıyan tuzu kurular, bugünlerde sahip olmakla kendilerini zengin sınıftan sandıkları küçücük mülkiyetlerine ve keyiflerine veda etmekle meşguller. Özel otomobillerini parka çektiler, metrobüslere doluşuyorlar. Sinemalar, kafeler, lokantalar boşaldı. Oysa “velinimet” sayıldıkları bu mekanlarda dizi dizi kartlarını POS cihazından geçirirken, gemisini yüzdüren kaptan olmanın hoşnutluğunu yaşıyorlardı. İkinci bir adres gibi kullandıkları AVM’lerde, marka ürünler için taksit senetleri imzalarken, çok daha şaşaalı bir servet dünyasına, taksitle de olsa katılmanın ahmaklık dolu fantazisine kapılmışlardı.

Buhranla birlikte geriye, taksit senetlerinin icra dosyalarına dönüşmesini boş gözlerle izlemek kaldı. O AVM’ler ki, yoksul semt gençlerinin de öfkelerini, ezilmiş varlıklarıyla da olsa ışıltılı servet dünyasının turistik gezgini olabilme duygusuyla bastırıyordu. Servete duyulan öfkeyi, imrenmeye karışmış bir ezilmişliğin altında çözüp uyuşturmanın mekanları olarak AVM’ler ya kapılarına kilit vuruyor ya da boşalıyor.

Buhran, güncel toplumsal örgütlenmeye, öylesine büyük darbeler vuruyor ki, neresinden tutsan elinde kalır. Koca bir nesil, ilkokuldan üniversiteye, tam anlamıyla eğitimden soğuyor, uzaklaşıyor. Sağlık sistemi çökmüş, ameliyatlar yapılamıyor, en ağır hastalıkların tedavi süreci aksıyor, ilaçlar bulunamıyor, binlerce doktor istifa edip yurtdışına çıkıyor. Elektrik kesintileri uzuyor, doğalgaz vanaları üretimi aksatacak derecede kısılıyor. Kapanan yolları açacak ne ekipman var ne de personel, yardım çığlıklarına cevap “dua edin, Allah yardımcınız olsun”.

Ama turpun büyüğü daha heybede. Tarımsal çöküş, büyük kentlere gıda tedariğini öylesine tehlikeye düşürdü ki, biraz parası olanlar şimdiden gıda stoklamaya başladılar. Bir buhran, emekçilerin maddi, temel güçlerine, günlük ihtiyaçlarını karşılayan toplumsal örgütlenmelere, ancak bu denli büyük darbeler vurabilir.

Oysa 2001 kriz manzarası pek çok açıdan farklıydı, o zamanda tükeniş son sınırına ulaşmıştı. Fakat, geleceğin daha iyi olacağına ilişkin umudu yeniden tesis edecek pek çok gelişme bulunuyordu. Avrupa Birliği’ne üyelik hayalleri hiç olmadığı kadar canlıydı. Bankaların sokaklarda insanların ellerine neredeyse zorla tutuşturdukları kredi kartları, ışıltılı dünyanın kapılarına taksitli ve turistik geziler, yeni yeni açan AVM’ler, hepsi birden, maddi tükenişin patlattığı öfkeyi uyuşturan tinsel güçleri tazeliyordu. Belediyeler, tarikatlarla el ele, devasa çadırlarda yemek dağıtıyor, görgüsüzlüğün zirvesi bir kabalıkla canlı yayın yardım festivalleri tertipleniyordu. 2001 yılı krizinde emekçi sınıfları, radikal bir yola girme seçimi yapmaktan alıkoyan çokça unsur vardı. Şimdi, hiçbiri yok.

Şimdi onmilyonlar, doğrudan açlık çekerek ya da açlığı ensesinde hissede hissede, gelip son bir duvara dayandılar. Onları çılgınca bir atılıma her an girişmekten alıkoyan pamuk ipliği, güncel toplumsal örgütlenmenin hala ayakta kalan son unsuru, kredi kartlarıydı. Sadece Aralık ayında kredilere olan talep tam bir patlamayla %30 arttı, ki hemen tümü ihtiyaç kredileriydi. Yani, 2008’de emperyalist metropollerin devasa bankalarını iflasa sürükleyen türden krediler. Şu kapitalist finans piyasaları öyledir ki, sürekliliği sağlayabilmek için, her genişlemeyi en azından tekrar etmek zorundadır. Yani sonraki aylarda da benzer bir kredi genişlemesi yaşanmazsa, ABD’li devlere diz çöktüren fırtına, şu bizdeki zavallı bankalara kolayca yeri öptürür. Sonuç kaçınılmaz, bankacılık sistemi hızla iflasa gidiyor. Böylece çılgınca bir atılımla kitleler arasındaki son engel de kalkmış olarak. Buradaki ironik ilişki kayda değer: Halk ekmek kuyruklarına banka kuyrukları eklendiği gün, patlamanın fitilinin ateşlendiği gün olacaktır!

Doğrudan açlık çeken milyonlar, kaderin çizileceği o güne elleri boş, hazırlanmıyorlar. Bir öncü, milyonları, bir ayaklanmanın hazırlığı içinde görebilmek istiyorsa, politik arenadaki kümelenmelerin dışında, tamamen halka özgü örgütlenme biçimlerine de dikkat etmelidir. Partisiz milyonlar, böyle bir ayaklanmaya, siyasi sloganların yer aldığı pankartları ütüleyerek hazırlanmaz. Onların hazırlıkları, cehennemi bir fırtına yaratan buhrana karşı, ayakta ve hayatta kalabilme çabaları içine gömülüdür.

Araştırmalarını, sosyal medya platformlarının en geniş taraması yoluyla yapan, bir iletişim uzmanı olan A. Abdulla, son dönemde şaşırtıcı bir güçle öne çıkan ve önümüzdeki sürece damgasını vuracak iki terimi açıklıyor: Dayanışma ve paylaşım. Abdulla’ya göre, krizde bir araya gelen aile çeperleri, giderek komşuları da içeren bir boyuta ulaşmakta. Tek bir mutfakta birleşen, apartman sakinleri ya da köylerden getirdikleri yiyecekleri tanıdıklarıyla paylaşanlar her yerde ortaya çıkıyorlar. Yani gelip son duvara sırtlarını dayayan milyonlar, şimdi öbek öbek kol kola girmeye başlıyorlar. Emekçi yoksulların kendi içlerinde ördüğü dayanışma ve paylaşım ağları ile, son hesaplaşmanın yaşanacağı ayaklanma arasında, anahtar önemde bir köprü bulunuyor. Bu, emekçi halk kitlelerini birbirlerine güven köprüsüdür. Emekçi sınıfların içinde büyüyen kendi sınıflarına güven duygusu geleceğe yönelik tam bir umutsuzlukla birleştiğinde, oradan, bir halkın kendi kaderini eline alma arzusu çıkar.

Banka kartları, kapitalizmin sınırları içinde kendi işlevini tam anlamıyla yerine getirdi. On milyonlarca emekçiyi, emek-sermaye çelişkisi düzleminde bir araya getirdi; böylece sermayeden bağımsız bir toplumsal ağlar zeminini en geniş çerçeveye yaydı. Kartlar, zor günlerde kurtarıcı olmaktan çıkıp, boğazı sıkan idam ipi haline gelince, emekçiler, artık mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi zorunluluğunu ceplerinde taşır hale geldiler. Yerel ve dar ilişkileri ve bununla birlikte geleneksel düşünce zeminini de yıkan kartlar, bu sayede, özel mülkiyetin önündeki koruyucu kalkanları eritti. Modern kapitalist üretimin bütün koşullarının bir özeti olarak kriz, maddi ve tinsel güçlerin tükenişini son sınırına kadar iteledi. Emekçi halkları, ayakta ve hayatta kalabilmek adına verdiği günlük yaşam mücadelesinde, yepyeni maddi ve tinsel güçlerle donattı. Sermaye sınıfı ve onun devletine duyulan öfke, dinin uyuşukluğundan ve ırkçı şovenizmin hezeyanlarından uzak, özel mülkiyetin kutsallığı önünde duraksamayacak bir kararlılığa kavuşuyor. Ayaklanma, işte böyle, on milyonların bağrında “kendini örgütleyen bir süreç” olarak gelişiyor.

Sadece birbirine dayanarak, öbekleşip kol kola girerek hayatta kalma mücadelesi veren emekçi yığınlar, sermayeye bağlı yaşamın buharlaştırdığı güveni yeniden kazanıyor. Ve hemen yanındakine, ardındakine güven duygusu beslemeye başlayan bir halk, ancak şimdi, hemen önünde yürüyenlere kulak kesilecek ve bu öncülere aynı güvenle yaklaşacak konuma geliyor.

Eğer bir ayaklanmanın gerekliliği, en derin sorunların en keskin çözümü olarak milyonlar çapında bir kitle tarafından her yerde açıktan dile getiriliyorsa, orada, öncü partilerin etkinlik kriterleri bambaşka ölçüler taşımaya başlar. Böyle bir anda, nasıl bir güç birikimine sahip olursa olsun, her devrimci parti denizde bir damladır. Ve gücün belirleyici etmeni, “politik güç” olarak aldığı konumdur. İsterseniz yüzbinlere hitap ediyor olun, milyonların gerçek kanı ve duygularına uzak bir tutum içindeyseniz, gücünüz sıfırdır. Milyonlar, hasmını yaralı bırakmayacak şekilde yere serme kararlılığı içinde ise, bu hedefe uygun bir politik çerçeveye sahip olmayanlar, en obez gövdeleriyle bile öncülük boşluğunu dolduramazlar. Ve yine, sonuna kadar gitmek zorunluluğunu görenler, bunu en acil pratik mesele olarak önlerine koyan milyonlar, girişecekleri kanlı kavgaya değecek köklü çözümlere işaret etmeyen her ajitasyonu, boş gevezelik olarak görürler.

Bir sonraki yazıda, sınıfın devrimci öncüsü için bir ayaklanmaya kendi kanalında hazırlanan milyonların nabzını tutma, onu yansıtma beceresi, karmakarışık bir düzlemde öbek öbek bir araya gelenlere odaklanabilecekleri bir politik çerçeve sunma kıvraklığı; ve herkesin anlayıp sahiplenebileceği basitlikte çözümler sunma pratikliğinin önemi, kısacası politik bir güç olarak öne çıkmanın yollarını ve koşullarını ele alacağız.

Umut Çakır