< Soylu Öfke

HDP İzmir binasına yapılan vahşi saldırı, Kürt halkı merkezli bir sokak dalgası başlattı. Bu dalga, Kürt halkını uzunca bir süredir bekleyişe sokan koşulları ne kadar değiştirecek, göreceğiz.

2016 kent savaşlarından bu yana devrimci Kürt halkı, mücadelenin amaç ve hedeflerine ilişkin değil, ama kullanılan yöntemlerin taşıdığı derin çelişkiye ilişkin tutumunu, Newroz vb. günlere sıkışmış gövde gösterilerini izleyen uzun sessizlikle ortaya koymuştu. Devrimci bilinç ve mücadele birikimine sahip hiçbir halk, politik iradesini hiçliğe dek gerileten koşullara kendini mahkum etmez. Bu dönemde, devrimci Kürt halkı için teselli ikramiyesi, iktidar ile burjuva muhalefet cephesi arasında, dengeleri değiştirebilecek bir iradeye sahip olmalarıydı. Bütün belediyelerine el konulmuş olsa bile, dinci faşist iktidarın bir seçim arifesinde İmralı’dan gelecek mektuba can simidi gibi sarılması, iradenin hiçliğini engelleyen bir teselli sağlıyordu. Ne var ki, dengeleri etkileyebilecekleri o daracık kulvarda, iradelerini birleştirip bu teselli oyununa katılmalarını sağlayan araç, yani HDP, aynı anda, hem kapatma davasıyla karşılaştı hem de vahşi bir saldırıya maruz kaldı. Devrimci Kürt halkı, artık sabırlı bekleyişini az çok çekilir hale getiren o teselliden yoksun. Bundan sonra, Kürt halkı için “sabırsızlık zamanı”dır. Cenaze töreninde ve yaygın eylemlerde sergilenen ruh hali, bunun işaretlerini veriyor.

Vahşetin kan donduran ayrıntıları, yüce, soylu bir öfkeyi harekete geçirecek nitelikleydi. Deniz’in annesinin her kelimesi, faşist güruhun korku damarlarına ok gibi saplandı, hepsini çileden çıkardı.

Soylu öfke, toplumu pençesine alan genel öfkeden farklıdır. Umutsuzluğun, acıların, geleceksizliğin, çaresizliğin ve de çıkışsızlığın doğurduğu öfke, on milyonların yapıştığı duygudur. Ama nereye yöneleceği, hangi yöne savrulacağı bilinmeyen bu genel öfke, sadece, böyle soylu öfke tohumları ile kendisine akacak bir kanal bulur.

Biliyoruz ki, çaresizliğin öfkesiyle kavrulanların bir kısmı, düne kadar pek çok önyargının ve şövenist propagandanın etkisi altında kalanlardı. Her çeşit önyargının ve şövenist propagandanın etkisi, oportünizmin ve kimi iyi niyetli kişilerin sandığı gibi, planlı düzenli bir karşıt propaganda ile bir çırpıda yok olup gitmez. Bunun için, gerçekten sarsıcı olaylar ve çaresiz öfkeyi soylu öfkeyle buluşturan bir dizi alt üst oluşlar gerekir. Deniz’in katline gösterilen tepkilerin yüce duygulu öfkesi, işte böyle bir sürecin parçasıdır.

Politik tutumun genelini etkileyecek derinlikte ve şiddetindeki bu duygular kadar, yaşanan vahşet, ardında bir dizi kanaat ve soru bıraktı. Çok geniş bir emekçi yığınları tarafından doğrudan dile gelen kanaat şudur: “Dinci faşist hükümet, iktidarı bırakmamak adına her türlü çılgınlığı yapmaya hazır.” Devrimci kitlelerin öteden beri dile getirdikleri bu kanaat, şimdi sadece bu hükümetle derdi olan daha ılımlı kesimlere, devrimci bir çıkıştan başka hiçbir yol kalmadığı gerçeğini fısıldıyor. Dahası, köklü bir kopuş öneren politik şiarlar karşısında, en azından hayırhah bir tutum için uygun iklim yaratıyor.

Vahşetin gündeme taşıdığı sorular ise arkasında kimler olduğuna ve zamanlamasına, hedefine ilişkindir. Eylemlere katılan halk, katilin gerçek kimliğini yeterince haykırdı. Halkın bu net politik tutumuna rağmen, reformist sol, meseleyi “sorumlular yargılansın” cenderesine sokmaya çalışıyorlar.

Yaşanan her vahşetin ardında kimlerin, parmağının olduğunu açığa çıkarmak, kuşkusuz, somut teşhir açısından önemlidir, fakat bu tutum bize, tek tek kişileri aşan; toplumun bir kesimini, öbür kesimine karşı şiddetli bir kinle dolduran genel politik koşulların özgünlüğünü unutturmamalıdır. Bu özgün politik koşul, uzun iç savaştır. Devrimin karşısında sadece devlet güçleri ve onlara sıkıca bağlı paramiliter güçler yok; karşı-devrim bir kitle tabanına sahip olabildiği için, burjuvazi iç savaşı uzunca bir döneme yayabiliyor. Bu karşı-devrim cephesi içinde, planlı olsun olmasın, en dizginsiz vahşeti sergileyecek nice hasta ruhlu insanlar var. Bu yüzden, her vahşetin ardında bir “özel organizasyon” aramak, iç savaş gerçeğinin üzerini örtmemelidir. Bu gerçek unutulduğunda, geriye, “sorumlular yargılansın ki, bir daha böyle şeyler yaşanmasın” boş umudu kalır.

Gelelim, zamanlamaya ve amaca dair sorulara... Pek çok şey söylendi, ama en fazla dile getirilen fikir acı oldu: Bu vahşet, amaç ve zamanlama açısından, 7 Haziran – 1 Kasım 2015 arası döneme benzemekte... Yani, tıpkı altı yıl önceki gibi, dinci faşizm, olası bir seçimi kazanabilmek ve dağılan tabanını yeniden toparlayabilmek adına, dizginsiz bir terör yöntemine başvurmaktadır. Bu basma kalıp fikrin boşlukları hemen fark edilecek türdendir. Her şeyden önce, toplumu sarsan her gelişmeyi sandık hesapları üzerinden okumaya kalkmak, olsa olsa, parlamenter ahmaklığın bu topraklara özgü bir biçimi olabilir.

Büyük destek kaybeden hükümetler, dizginsiz bir şiddet sarmalı yoluyla kaybettiklerini her seferinde yeniden kazanırlar hipotezi, burjuva sosyal bilimlerin uydurma tezlerini temel alır. Bu uyduruk teze göre, her toplum, büyük kargaşa ve belirsizlik hallerinde, en güçlü olandan yana tutum alır. Devrimler tarihinin bütünü tarafından boşa çıkartılan bu uyduruk tezin, sosyalist cenahta bu kadar yankı bulması, ibretliktir.

Diğer yandan, 7 Haziran – 1 Kasım dönemine atfedilen neden-sonuç ilişkisi, aslında tam ters yönde işlemiştir: Yani o dönem, faşist terör sarmalı, sandık sonuçlarını etkilemek amacıyla gündeme gelmemişti, tersine, bu faşist terör kendi hedeflerine ulaşabilsin diye, seçim ve sandıklar kullanıldı. O zamanki olayların gelişimi, ilişkinin bu yönlü olduğunu tümüyle kanıtlar.

Faşist terör, daha 7 Haziran’dan çok önce tırmanmaya başlamıştı. Taşı bile silah sayan “Devlet iç güvenlik yasası” sene başında gündeme gelmiş, Dolmabahçe mutabakatı yırtılıp atılmıştı. Amed’i kana bulayan bomba 5 Haziran’da patlamıştı. Çünkü, seçimlerden aylar önce, Kürdistan’da hendekler ve barikatlar yükseliyordu, özerklik ilanları ardı ardına gündeme geliyordu. Ve 7 Haziran akşamı ortaya çıktı ki, istisnasız tüm burjuva partiler, Kürdistan’da birer tabela partisine dönüşmüş. Tekelci sermaye devleti açısından bu sonuçların, AKP’nin hükümet çoğunluğunu kaybetmesinden çok daha büyük bir tehlikeyi barındırdığı açıktı. 7 Haziran seçimlerini yok saymanın ardındaki esas gerçek buydu. Beliren tehlikenin hızlıca bertaraf edilebilmesi için, tek başına faşist terörün yetmeyeceği açıktı. Bunun yanı sıra, yeni bir seçim gündemiyle devrimci kitleleri oyalayacak oportünizmin parlamenter ahmaklığını canlı tutmak gerekiyordu.

Deniyor ki, 7 Haziran sonrası şiddet sarmalı, dinci faşist partinin kitle tabanını yeniden “konsalide etti”. Gerçekten mi? Öyleyse, o dönemki karşı-devrimin kitle eylemlerine yeniden bakın. Nasıl cılız, nasıl bir zorlama komedi?! Çöplerden toplanan bayraklar, milyonluk gösteriye hazırlanan ama ite kaka toplanmış birkaç bin kişiyle rezil olan iktidar, ne çabuk unutuldu? Sokaklar “operasyon değil, katliam” ulumalarıyla gezinen bir avuç faşiste kalmıştı. Nasıl bir “konsolide etmek” ki bu, aynı yılın yaz aylarında, faşist Türk-Metal’in örgütlü olduğu fabrikalarda metal fırtınası esiyordu, Karadeniz yaylalarında köylüler, jandarmanın karşısına “asıl devlet benim” diye çıkıyordu. Asker cenazelerinde aileler, iktidar üyelerinin yakasına yapışıyordu.

Aynı dönemde, devrim cephesi ise, 12 Eylül’e rahmet okutan devasa gözaltı operasyonlarına rağmen ayaktaydı. 20 Temmuz ve 10 Ekim katliamlarında, halkın devrimci öfkesi sokaklara taştı; Amed’de toplanan devasa kalabalık “Şimdi Devrim Zamanı” pankartı ardında yürüdü. Halk, bu büyük şiddet ve terör dalgasının yarattığı öfkeyle, çok daha ileri gidebilecek refleksler gösterdi. Fakat her seferinde karşılarında, kol kola girmiş reformizm barikatını buldular. Ve reformist tayfanın gerekçesi hazırdı: “provokasyona gelmeyelim, sandıkta soralım hesabı.” Bu tutum, halktan layık olduğu karşılığı buldu. Kasım seçimin sonuçları, en çok da, HDP eş başkanını şaşırtacaktı: “Halkı sandığa götüremedik” diyecekti.

Altı yıl önceki olayların bu apaçık, somut, inkara gelmeyen gelişim seyri, sandıkla sokak arasındaki ilişkinin, söylendiğinin tam tersi olduğunu kanıtlamaya yeter. 7 Haziran sonrası o kısa dönemde, bu ilişkinin tüm yönlerini görmek mümkün. Bir seçim vaadi ve beklentileri olmadan, olağanüstü faşist terörün hedeflerine ulaşabilmesi imkansızdı ve sandık sadece bu amaçla kullanıldı.

Günümüze dönersek, HDP’ye yönelen vahşet ve açılan kapatma davası, bırakalım savunma pozisyonunu, tam bir sinme pozisyonuna çakılıp kalan dinci faşist iktidarın, bir kez daha saldırı inisiyatifini ele alma girişimidir. Ve devamı gelecektir. Ancak bu kez, olağanüstü faşist terör karşısında, halkların soylu öfkesini yatıştırmaya yarayacak bir yakın-zaman seçim vaadi bulunmuyor. Bu duruma rağmen, ruhlarına parlamenter budalalık kazınmış olanlar, “her şey seçimi kazanmak için, öyleyse provokasyona gelmeyelim” diyebiliyorlar.

Soylu öfkenin harekete geçirdiği devrimci kitlelere kulak verin. Devrimin en temel, bize en zorlu görünen görevlerini başaracak güç ve enerji, bu hareketin içinde, şimdiden toplanmaya başlamıştır.

Umut Çakır