Devrimin bir diyalektiği var. Olasılıktan zorunluluğa; zorunluluktan kaçınılmazlığa doğru, kesintili bir süreklilik söz konusu. Toplumsal devrim, olgunlaşmasının ilk adımında, sınıfların farklı çıkarlarını belirginleştirir; bu aşamada devrim henüz bir olasılıktır.

Gelişimin daha ileri evresinde, bu farklı çıkarlar açık çatışmaya varır. Çatışmalar dizisi, devrimin bir zorunluluk olduğunu açığa vurur. Ve nihai evrede, çatışma halindeki farklı sınıf çıkarlarının eski bütünlüğün çerçevesinden taşmaya başladığını, bütünlüğü tehdit ettiğini görürüz. Marx buna “mutlak çelişki” diyor; yani karşı konulmaz biçimde karşıtların ortadan kaldırılmasına giden dinamik bir ilişki.” Dikkate değer yön, bu gelişim aşamalarının kesintili, yani sıçramalı bir süreklilik arzetmesidir.

Bu topraklarda devrimin gelişimi, elli yıllık tarihte kazılıdır. Yarım asırlık akışta devrim, olasılık ve zorunluluk aşamalarını geçti; yarım asırlık tarihe damgasını vuran, bu yılların çoğunda geçerli olan uzun iç savaş; zorunluluğun, bütün karşıt eğilimlere, yani baskılara, katliamlara rağmen, kendini dayatmasının bir ifadesiydi. Peki ya devrimin artık kaçınılmaz oluşuna dair somut olguları, iz ve işaretleri nerede arayacağız? Soru yeni değil. Bu yayında uzunca bir süredir, meselenin çok farklı yönlerine işaret edildi. Şimdi yeniden konuyu ele almamızı gerektiren birkaç yeni olgudan bahsedeceğiz.

Bu olguların günümüzde en baskın görüneni, kuşkusuz, pandemidir. Salgın hastalık emekçi ve yoksul sınıfları öylesine korkunç bir cendere içine soktu ki, politikanın uzağında duran bir işçi bile, kapitalist sistemin en derindeki kodlarını, açık, somut, yalın haliyle görebilir. Şimdilerde, en geri bilinçli emekçide bile, kapitalizmin temeli olan “üretim için üretim” olgusu, bu olgunun doğurduğu bütün dehşetliğin gerçeklik demetini algılamasını sağlayan anahtar işlevi görüyor.

Büyük fabrika ve sanayi sitelerinden her gün aynı çığlık yükseliyor: “Bunlar bizim toptan kırıma uğramamızı istiyorlar.” Her şey var bu bir tutam kelimede. Onlar ve biz, ölüm ve kalım. Bu çığlık, emek ile sermaye arasındaki çatışmanın, birinin varoluş koşullarının diğerinin yokoluşunu gerektirdiği bir “mutlak çelişki” biçiminde algılandığına işaret eder. Salgın, devrimi zorunluluktan kaçınılmazlığa doğru yükselten bir sıçrama tahtası işlevini tam anlamıyla yerine getiriyor.

Salgın bu işlevi, tarihsel açıdan, fena halde kısa sayılabilecek bir zaman diliminde yerine getiriyor. Bu yüzden, emekçileri saran bu yeni gerçeklik algısının, henüz ideolojik, ilkesel bir bütünlükte birleşmesini henüz görmüyoruz, fakat gelişmenin yönü ve sonuçları şimdiden bellidir. Salgın, ancak bir dünya savaşının yaratacağı çap ve etkide, ölümün dehşetini, onun zamansız ve mekansız hayaletini, en sıkı korunan kapıların altından evlere, en gerici ideolojik kalıplarla kabuk bağlamış zihinlerin derinliklerine sızdırıyor. Aradaki fark çok büyük; bir savaşı bütün dehşetine rağmen şovenizmle örtebilir burjuvazi, ama salgını ancak “çarklar durmamalı” şiarıyla yönetiyor ve en derindeki kanserli uru açığa çıkarmak zorunda kalıyor. Ölümcül salgının kanlı tırpanı, topluma ait bireyleri yerinden söküp alıyor, o toplumda tutundukları köklerinden koparıyor ve onu sınırların dışına itiyor. Kanlı tırpan, geleneksel tutum ve kanaatlerin çürümüş köklerine girişiyor. Ve zorunluluktan kaçınılmazlığa yükselmek için gerekli enerjiyi, yani ancak bir sıçramayla önü açılan bir gelişimin ihtiyaç duyduğunu büyük çaplı enerjiyi yoğunlaştırıp, bir merkeze odaklıyor.

Bu yeni gerçeklik algısı, sadece fabrikalarda değil, ama bizzat küçük-burjuva mülk sahipleri arasında da boy atıyor. Bir esnafın sözleri, bu ara katmanların içinde bulundukları dehşetli ruh halini özetlemeye yeter: “Her gün defalarca ölmektense, bir gün ölelim! Bu sözleri hangi bağlamda söylendiğinin bir önemi yok, çünkü sözün kendisi, farklı bağlamlarda da işlev görebilecek türden, genel bir bilinç düzeyini gösteriyor.

3 Aralık tarihli Birgün gazetesinde tam sayfa boyunca Metin Özuğurlu, esnafın son olaylar karşısındaki tutumunu anlatırken, heybenin içindeki asıl büyük turpu son cümlesine saklamış; Özuğurlu, esnafın 2001 krizindeki isyanını “devlet babaya sesleniş” olarak yorumluyor ve bu gün artık öyle bir devletin olmadığına işaret ediyor. “İhtiyaç devrim olduğunda yani sokağa çıkıldığında devrim yapmak gerektiğinde, ilk adımı atmak çok zorlaşır. Bugün halk sınıflarında gözlenen eylemsizliğin temel gerekçesi budur.

Öğleden sonra günaydın! Leninist yayınları yakından takip edenler, karşımızda farklı bir toplumsal hareket türü olduğunu, bu hareketini az çok uzun bir süre sessizliğini koruduktan sonra, ilk fırsatta dev gövde gösterisiyle kendini ifade ettiğini, bu tutumun arkasında yatan nedenin ise, tam da Özuğurlu’nun işaret ettiği gerçeklik olduğunu, defalarca kez okumuşlardır.

Devrimin kaçınılmazlığı üzerine reformist sol saflardan sızan bu ifadeler bizi, bu yazıyı yazmaya götüren ikinci olguya işaret ediyor. Oportünist-reformist hareket, birbiri ardına benzer söylemlerle öne çıkmaya başladılar. Bu cenahın en sağından en soluna dek durum aynı. Örneğin Sol Parti “Düzeni toptan değiştirelim” kampanyası yürütürken, oportünizmin soldaki versiyonu ESP “Faşizmi Yıkalım!” şiarıyla çalışmakta. Sağlı sollu bu partilerin, hiç de uzak olmayan bir geçmişte, “faşizmi geriletmek” şiarıyla hareket ettiklerini, sokağın gücünü sandığa taşımak adına, parlamentarist budalalıklarını kitlelere taşımakta birbirleriyle yarıştıklarını çok iyi hatırlıyoruz değil mi?

Nihayet, oportünist hareketin daha radikal şiarlarla sokağa çıkmaları umut verici midir? Hayır. En başta proletaryanın bu türden bir umuda hiç ihtiyacı yok. Yine de, oportünist tayfanın kaçamaklar ve belirsizliklerle dolu bir “toptan düzen değişimi” söylemlerinin, devrimci proletarya için bir anlamı var: o da şu: Bir oportünist, ancak kaçınılmazlığı herkes tarafından görülmeye başlandıysa, devrim gerçeğini hesaba katmak zorunda kalır. Meselenin önemli olan tek yanı budur.

Bu partiler, en başta kendi çevrelerinde, bir devrim fikrinden başka hiçbir şeyin emekçileri heyecanlandıramadığını gayet iyi görüyorlar. Peki ama bu partiler, düzeni toptan değiştirmek veya faşizmi yıkmak için, kitlelere hangi yol ve araçları sunuyorlar? Sağından soluna, öneri aynı: “Birleşelim örgütlenelim!” Bütün patatesler toplanmış, bir çuval patates olmuş! Artık böyle sözler söylemek, hiçbir şey söylememektir. Zora dayalı devrimi, devrimci iktidar hedefini en başa koymayı, bununla bağlantılı GDH (Geçici Devrim Hükümeti) şiarını dıştalayan her yol, devrimin kaçınılmazlığı olgusunun çevresinden dolanmaktan ibarettir. Oportünizmin yeni radikal söylemlerinin içeriği budur ve nefesi ancak, bir “erken seçim” ilanına kadar yeter. İşte o zaman; bir çuval patatesin, yine aynı eski lapayla, faşizmi geriletmek adına, burjuva parlamentarizmin budalalık yarışında yer almasına tanıklık edeceğiz.

Öte yandan, devrimi kaçınılmaz kılan olgu, oportünizmi radikal ve tumturaklı sloganlarla çalışmaya zorlayan gelişimde saklı; yani, emekçi halkların, bir sokağa indiklerinde, artık geri dönüşü olmayan bir yola gireceklerini bilmeleridir. Sezmeleri, belli belirsiz algılamaları değil, düpedüz tutarlı bir kanaat olarak bilmelerinden söz ediyoruz. Kürt halkının devrimci yığınlarını, uzunca bir süredir, protestodan öteye geçmeyen her eylemden alıkoyan, bu konudaki kanaatlerinin sağlamlığıdır, çünkü gayet tutarlı ve ısrarlılar. Benzer bir tutumu sınıf bilinçli işçilerde, Alevi emekçi yığınlarda, yoksul genç kitlelerde görmek mümkün. Sessizlikleri asla uysallıklarından değil, tersine, hiç olmadığı kadar öfke dolular. En zor olanın ilk adımı atmak olduğunu, bunun için muazzam bir enerji birikimine ihtiyaç duyduklarını, hedef ve amaçlarının netleşmesi gerektiğini biliyorlar.

Yeterince enerji birikti mi? Evet. Son zamanlarda, dinci- faşist iktidarın oy deposu semt ve kentlerden yükselen öfkeli çığlıklar, hem bu enerjinin yeterince birikmiş olmasına işaret ediyor, hem de bir ayaklanma patlak verdiğinde, “herkesin sokakta olacağına” dair beklentiyi besliyor. Bu durum, bir ayaklanmanın başarı şansı için, az bulunur bir fırsattır. Ve başarı şansının belirginleşmesi, kitlesel bir ayaklanmanın en teşvik edici unsurudur.

Şunu söylemekten çekinmeyelim: Dinci faşist partilere oy verenler arasında, çok fazla sayıda yoksul emekçi var. Yakın zamana kadar bu kalabalıklar, politikayla ilgilenemeyecek denli geçim derdinde, iki yakalarını bir araya getirebilmek adına iktidar partilerinin kapılarına yüz sürmek zorundaydılar. Salgınla birleşen ekonomik çöküş bu kalabalıkların önemli bir kısmını uyandırdı, öfkeyle doldurdu. Bunlar, politik tutumlarını samimi biçimde sahiplenmek ve gereğini yerine getirmek söz konusu olduğunda, yalnızca güçlü olan tarafa yakın durmak adına her türlü kılığa bürünebilenlerden çok daha önce, isyan bayrağını sahipleneceklerdir. Ve “herkesin” sokağa inmesi, tam da bu insanların sokaklarda görünmesi sayesinde olacaktır.

Şöyle diyenler çıkacaktır: “Yarın bir seçim olsa, bu insanlar yine gidip AKP, olmadı, gerici muhalefet partilerine oy verirler! Onlara cevabımız şudur: Amansız bir iç savaşın yaşandığı bir yerde, halkların sokaktaki politik tutumuyla sandık başındaki tutumu arasında 180 derece fark bulunmayan tek bir ülke gösterin, 1917 Rusya’sı dahil! Bu yüzden, koca koca silahlı örgütler, silah bırakıp seçim sandıklarına koştuklarında, uğradıkları yenilginin şokunu yaşadılar. Özellikle devrim kaçınılmaz hale geldiğinde, bir halk samimi politik tutumunu, yalnızca sokaklarda ifade edebilir, sandık başlarında ise kafalar fena halde karışır. İç savaşlarla örülü devrimler tarihinin en önemli derslerinden birisi budur. Bu dersi oportünizm asla anlayamaz, onlar için umut hiç yok.

Umut Çakır