Burjuva toplumlarda politik arena tiyatro sahnesine benzer. Ön tarafta oyuncular ve onların yüksek sesli tiradları; arka kuliste ise her şeyin birbirine girdiği fısıltılı bir karmaşa. Gözümüze sokulan, burjuva partilerin kayıkçı dövüşüdür: Hakikat ise, görünmeyen veya duyulmayan arka kuliste, kitlelerin genel ruh hallerinde ve bilinç değişimlerinde egemenlerin bu gelişime tepkilerinde yatar.

Son günlerde, birbirinden bağımsız, alakasız görünen üç olay, kitlelerin değişen bilinçleri ve sermaye egemenliği arasındaki karmaşık dengeye dair çok şey söyleme özellikleri taşıyor.

İlk haber şöyle: Die Welt gazetesi, RTE’nin bir Yunan gemisi, olmadı bir F-16’yı vurmasını istediğinde, TSK generallerinin bu emri yerine getirmediğini yazdı. İkinci haber; CHP Esenyurt Belediyesi önünde çoğunluğu AKP’li kadınlardan oluşan uzun bir iş bulma kuyruğunun görülmesidir. Üçüncü haber; TTB Başkanı Prof. Dr. Sinan Adıyaman’dan: Salgına dair gerçek rakam ve belgelerin CHP belediyelerinde olduğu halde, aylardır açıklamamakta ısrar ettiklerini ifşa etti.

En sonda dile getirilecek olanı, buraya yazalım: Bu üç haberin özeti şudur: İktidarıyla, muhalefetiyle, tekelci sermaye partilerinin denetimi dışına çıkan emekçi sınıf bilinci üzerinde yükselen kocaman bir politik boşluk var. O boşluk, devrimin fırtına bulutlarını aynı noktaya toplayan bir türbülans yaratmaya çok yakın.

İlk haberden başlayalım. Haftalardır Akdeniz savaş provalarına sahne oluyor. Dinci faşizm, Yunanistan karşısında yapayalnız kaldı. Büyük efendiler yani ABD ve AB açıkça Yunanistan’ın yanında yer aldılar. Bu kadar büyük dengesizlik karşısında, Ankara’da aklı başında hiçbir yönetici bir savaşı göze alamaz. Ama RTE göze aldı, bir uçak ya da geminin vurulması emri verdi. Generallerin bu emri reddetmeleri, “tek adam rejimi” yanılgısına dair çok şey söylüyor. Ama bu yanılgının açığa çıkmış olmasından daha önemli ikinci noktaya dikkat çekmemiz gerek. İlki RTE’nin adeta gözünü karartıp yenilgisi baştan belli bir savaşa ihtiyaç duyacak denli sıkışmış ve çaresiz oluşudur. İkinci nokta şu: Hükümetin özel varlık koşullarıyla, tekelci sermayenin egemenlik sisteminin genel koşulları, belli anlarda birbiriyle çatışır hale gelmektedir.

Salgın günlerinde dinci faşizmin iç politikaya dönük her propagandası olay dolu karşılıklarla hezimete uğramıştı. Ayasofya’da kılıçlı maskaralık, IŞİD kafasının itirafıydı ve karşıt cephenin en uyuşuk usurlarında bile uyarıcı etki yaptı. Ekonomik yıkımı saklama çabasında, RTE’nin yaptığı buzdolabı hesabı, gerçek bir zavallılık gösterisi gibi akıllara yer etti. Ve nihayet, “gaz müjdesi”, zıvanadan çıkmış doğalgaz faturasını eline alan herkeste küfür literatürüne katkılar sunan tenkitlerle karşılandı.

Dış politikada estirilen savaş rüzgarı, iç politikadaki bu büyük boşluktan doğuyor. Ne var ki, hükümetin varlığının devamı için uygun gördüğü savaş adımı, tekelci sermayenin egemenlik aygıtını son derece tehlikeli bir duruma sürükleyecek olasılıklar barındırıyor. Örgütten atılmasa dahi NATO’nun aktif desteğini yitirmiş bir TSK, uçaklarını kaldıracak yakıt bile bulamaz. Avrupa’nın “kişilere değil, şirketlere” uygulayacağını şimdiden açıkladığı ambargolar, sınai tekelleri nefessiz bırakır. Bıçak sırtında zaman yürüyüşüne zorlanan bankalar kepenk indirir. Ama hepsinden daha önemlisi hezimeti baştan belli bir savaşın doğuracağı toplumsal öfke, bozgun yaşayan burjuva cephenin durduramayacağı boyutlara ulaşır. Savaş emrini reddeden generaller, tek meziyeti cehaletinin körüklediği cüret olan RTE’ye oyunun sınırlarını hatırlattılar. Ve sonuçta, sermaye egemenliğinin genel çıkarlarıyla, hükümetin özel varlık çıkarları arasındaki çatışma, iç politik dengelerdeki devasa boşluğun dolmasını engellemiş oldu.

CHP belediyeleri önünde iş kuyruğuna giren AKP’li oldukları her hallerinden belli kadınların görüntüsü, bu boşluğun ulaştığı boyutlara ilişkin bir fikir öne sürmemizi sağlayor. Yakın zaman dek, dinci faşist kitle tabanında kadınlar en kararlı ve en etkin unsurlardı. Mitinglerin en coşkulu alkışlarını onlar sunardı, kapı kapı dolaşıp propaganda yapanlar da yine bu kadınlardı. İstanbul Sözleşmesi tartışmaları bir kırılma yarattı, ama ondan önce ve daha fazlasını, işsizlik darbesinden yediler. İşsizlik felaketi kadın istihdamına öyle büyük bir yıkım taşıdı ki, AKP’li kadınlar bile bundan kaçamadılar.

Biliyoruz ki, dinci faşizm, yerel parti teşkilatları üzerinden, emeğin disipline edilmesine özel önem verdi. Küçük bir taşerona bir şoför lazımsa bile teşkilattan “işaret” alınıyor. Görünen odur ki, dinci faşist parti teşkilatları artık bu işlevini yerine getiremiyor. O yüzden en kararlı taban bile “asla boyun eğmeyeceğiz” diye haykırdıkları burjuva muhalefet partisinin önünde kuyruğa girmek zorunda kalıyorlar. Dinci faşizm bırakalım emeğin genel ölçüde kontrolünü, kendi tabanında bile emek kontrol mekanizmasını yitirmiş, boşluğun çapı kendi tabanını içerecek ölçülere büyümüştür.

Dinci faşist tabanda sesi en çok çıkanlar susmaya başladıysa, karşıt cephenin sesinin daha fazla yankılanması beklenir. Ama hangi karşıt cephe? Dinci faşist sisteme duyulan büyük öfkeye biçim vermeye çabalayan iki farklı cephe var. Burjuva muhalefet cehesi ve devrim cephesi.

Gerçi burjuva muhalefetin, emekçi sınıfların gelişen bilinçleriyle iyiden iyiye büyüyen politik boşluğu doldurmaktan nasıl gerilediğini, bizzat Kılıçdaroğlu’nun “Sokağa çıkmak provokasyondur” benzeri incilerinden biliyoruz. Bu çekinceye dair daha ilginç haberi bize TTB Başkanı verdi. Sinan Adıyaman, CHP’li belediyelerin, pandeminin gerçek boyutlarını belgeleyen bilgilere sahip oldukları halde, aylardır bu gerçekleri açıklamadıkların kayda geçirdi. Acaba dinci faşizmin gazabını üzerlerine çekmekten korkuyor olmasınlar? Tektek kişiler korkuyorlar, ama bir parti tümüyle aynı tutum içine gidiyse, bunun ardında kişisel korkuları değil, sınıfsal tavrını aramak gerek.

Gelinen aşamada pandemiye dair “Turkuaz tablo yalanları” sınıflar mücadelesi üzerinde bir sis perdesi oluşturuyor. Aslında burjuva muhalefet söz konusu sermayenin genel çıkarlarıysa, dinci faşizmden çok daha ikiyüzlü bir politika yürütüebildiğini cümle aleme kanıtlıyor.

Pandemi yalanlarının sis perdesi görevi gördüğü o nazik sınıf mücadelesi dengeleri neyi içeriyor? Açıklayama çalışalım.

İşsizlik, hastalık nedeniyle öyle arttı ki, öncekilere ek 10 milyondan fazla kişi kendini bir anda sefaletin içinde buldu. Ama çoğunluğu küçük mülk sahibi, ticaret erbabı, meslek sahipleri, oldukça dağınık hizmet işkolunun çalışanlarından oluşuyordu. Şok etkisi yaratan ekonomik çöküşlerde, ani ve kendiliğinden tepkiler genelde böyle ara sınıf katmanlarından başlayarak yayılır. 2001 krizinde gördüğümüz üzere, bir esnaf kasa fırlatır, ortalık önü sonu belirsiz bir isyan dalgasıyla dolar. Sanayi proletaryası ise birliğin ve örgütlülüğün önemini deneyimleriyle kavramış bır sınıf olarak, şok dalgalarına daha temkinli tepkiler geliştirir. İşte, kendiliğinden patlamaya en yakın bu muazzam kalabalık yığın, eğer şimdiye dek bu işe kalkışmadılarsa, en büyük neden pandeminin hızla gelip hızla geçeceğine dair boş umutlar besleme alışkanlığında sahip ara sınıflar olmasındandır. Pandemi yalanları tam bu noktada devreye giriyor. Bu boş umudu ayakta tutar, sabırla beklemeyi öğütler. Tekelci gerici muhalefet, yalanları ifşa etmekte tereddütteyse, bu yüzdendir.

Yalanlara alet oldukları için burjuva muhalefeti kınamak bizim işimiz hiç değil. Hatta kendilerine teşekkür borçluyuz. Çünkü pandeminin yarattığı sis perdesi dağıldı, herkes gerçeği, en yakınına kadar sokulan ölümlerden öğreniyor. Burjuva muhalefet her zamanki gibi kendi kuyusunu kazdı. Kaydı tutulmamış binlerce ölümden sorumludurlar.

Demek ki, burjuva muhalefetin elini kolunu bağlayan, korku değil, tekelci sermaye çıkarlarına sıkı sıkıya bağlılıktır. Son yıllarda “faşizmi geriletmek” adına devrimin büyük kalabalıklarını gerici muhalefetin kuyruğuna takanlar, bir anda kendilerini aynı boşluğun kıyısında buluverdiler. Ama uzlaşmacı sosyalistler de o boşluğu dolduracak kapasiteden uzaklar. Güçleri yetmediğinden değil, taktik politik çantalarını burjuva muhalefete emanet ettikleri için, o politik boşluğu dolduramayacaklar.

Bu yazıda “politik boşluk” olarak ifade ettiğimiz durum yani büyük kitlelerin artık eskisi gibi yaşamanın imkansızlığını, ölümün ve açlığın pençelerinde öğrenmeleri, genel hoşnutsuzluğun ötesine geçen bir öfke birikimine neden oluyor. Eğer bu durum en geniş çerçevede tüm emekçi kitleleri pençesine alıyorsa, bu derecede yalnızca “genel taarruz” taktiği o boşluğu doldurmaya muktedirdir, küçük mevzi savaşları değil. Her biri farklı bilinç, örgütlenme düzeyine ve farklı çıkarlara sahip muazzam kalabalıklar, şimdi ölüm ve açlık uçurumunun kıyısında yürümeye başlamışlarsa, devrimci bir sıçrama için kritik eşiğe gelinmiş demektir. İster adına adalet arayışı densin, isterse işten atılmaların önlenmesi, her tür hak arayışı bu boşluğu doldurmaya yetmez; toplanan devrim bulutlarını gerçek bir tufana dönüştüremez.

Sınıfı örgütlemek için gecesini gündüzüne katan proleter öncüler, yıllarca beklenen fırsatı değerlendirirken, sınıflar dengesinin genel koşullarını bir süreliğine dahi olsa ihmal etmemelidir. O nedenle hızla genişleyen örgütlenme çabalarının önüne hiç vakit geçirmeksizin “genel taaruz” taktiği konulmalıdır. Tarihi sıçrama için en olgun koşullar bir kez ortaya çıktığında zamanın lehimize değil, aleyhimize de işleyebileceği unutulmamalıdır.

Umut Çakır