Önce MGK toplandı ve sonuç bildirgesinin en dibine şu not düşüldü: Pandemi sonrası yeni bir dünya sistemi kurulacak ve Türkiye daha etkin bir rol alacak... Herhalde muradedilen, BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyeliği...

O koltuklarda oturanların kapasitesine ulaşmak neredeyse imkansız olduğunda, daha kolay bir yol tercih edildi: “Müslüman dünyasının temsilciliği” Ayasofya müsameresi bu yüzden tertiplendi. Gerçi, İstanbul ilgi göstermemişti Ayasofya’ya, memleketin dört bir tarafından otobüsler kaldırmak şarttı. Gelemem diyenin vay haline! Müsamerenin zirve noktası, şeyhülislamın mimbere “elinde bir kılıç”la çıkmasıydı: Osmanlının fetih siyasetinin simgeles bir canlanışı... Ne de olsa Osmanlı’nın islam dünyasındaki yükselişi Konstantinapolis’in ele geçirilmesiyle başlamıştı. Öyleyse BMGK’da müslüman temsilciliğine giden yol, elbette ilk adımlarını Ayasofya’da atmalıydı. Bu sürreal müsamereye girişme cüretini, biraz uzak diyarlardan almışlardı. Libya’da Hafter’in “sadece bir taktik” dediği geri çekilmeyi kendi hanelerine askeri bir zafer olarak kayda düşmelerinin cazibesi dayanılır gibi değildi. Libya’nın “tatlı petrolü” balı fazla kaçıran ayı misali, her yere pençeler savurmak için yeterince baş döndürücüydü. Yalnızca bununla kalsa iyi... Dinci-faşizm sözcüleri, haftalardır, Irak’ta, Kerkük’ü de içine alan geniş bir bölgenin işgal planlarını servis ettiler. Derken, deli balının ateşlediği pençeler, Meis-Rodos arasına 40 savaş gemisi demirledi. Ez cümle, Kerkük’ten başlatıp, İdlib üzerinden geçen, ege adalarını bir hamlede yutup, Trablus’ta noktalanan geniş bir yay içinde, pandemi sonrası kurulacak yeni dünya sisteminin mirengi noktaları belirlendi.

Tüm bunların aslında, aşırı heyecana kapılan bir ergenin, yiyeceği ilk tokata kadar sergilediği aşırılıklardan başka bir şey olmadığını görmek için, fazla beklemeyeceğiz.

Kuyruğunu sokabileceği her aralıktan kafasını da geçirmeye çalışmayı, “uluslararası diplomasi” sanan dinci-faşizm, Kerkük’ten Trablus’a çizdiği bölgesel hegemonya alanlarında kendisini bekleyenden habersiz görünüyor. Bunları, siyasi, askeri ve ekonomik mayınlar biçiminde üç maddede toparlamak mümkün:

Siyasi Mayınlar

Eğer fantaziden ibaret olduğunu bir an için görmezden gelirsek, müslüman dünyaya liderlik, esasında, Arap dünyasına liderlik etmekten geçer. Ama daha ilk bakışta görünen manzara şu: Ankara’nın, Katar dışında, Arap dünyasından hiçbir desteği yok, aksine, her geçen gün dozu yükselen bir düşmanlık duygusu sözkonusu. Ekonomi maddesini de ele alacağız ve göreceğiz ki, Katar bile, elindeki mali kaynaklar sayesinde Ankara’yı bir cambaz gibi incecik bir ip üzerinde yürümeye zorluyor. Arap Birliği Teşkilatı, neredeyse her ay toplanıp, Ankara’nın Osmanlı işgal heveslerine karşı Arap dünyasını bir olmaya çağırıyor.

Herşeyden önce, “müslüman dünyası”, soyut bir kavram. Gerçek olan ise şu: Müslüman çoğunluğa sahip tüm ülkeler, bağımlı kapitalist ülkelerdir, buralarda emperyalizmin siyasi, ekonomik ve diplomatik tam ilhakı tamamlanmıştır. Dinci faşizm, pandeminin yarattığı ortamda büyük bir fırsat görüyor: ne de olsa pandemi ABD hegemonyasının çöküşünü tescilledi, AB’yi dört dörtlük bir dağılmanın eşiğine taşıdı... Sözü edilen çöküşler, birer gerçekliktir. Fakat bu durum, bağımlı kapitalist ülkeleri zincirin dışına taşımıyor; tersine, içine yuvarlandıkları yıkım nedeniyle emperyalist merkezlerle ilişkilerini daha da köleci şartlara bağlıyor. ABD tekelleri ve askeri varlığı olmadan, Körfez ülkeleri ve Mısır uzun süre ayakta kalamazlar. Avrupa’nın dev tekel ve bankaları olmadan Kuzey Afrika’da burjuva egemenlikler varlıklarını sürdüremez. Hepsini bekleyen, 2011 Arap devrimlerinde ilk mısrasına şahit olduğumuz büyük toplumsal altüst oluşlardır. Kısacası, gerici Arap iktidarlar dünyasında, emperyalist bağımlılık ile toplumsal bir devrim arasında Türkiye’nin kuyruğunu uzatabileceği bir boşluk bulunmuyor. Aynı durum bizatihi Türkiye için de geçerli.

Sızılacak bir boşluk bulunmadığını tehdit dolu ifadelerle Ankara’ya hatırlatma işi, Avrupa adına Macron’a düştü. Libya petrollerine dişini geçirmiş iki vampir, Fransa ve İtalya’dır; aralarına ABD petrol devlerinin sızmasına bile izin vermemişlerdi. Vampirin endişesi, emdiği kanın azalmasının ötesinde. Fransa’da Total, İtalya’da ENİ petrol şirketleri, yıllık yüz milyarlarca dolar cirolarıyla, finans-kapital egemenliğinin en kalın sütununu oluşturuyorlar. Sürekli para basan bu devler sayesinde Fransız ve İtalyan bankaları, savunma ve otomotiv endüstrileri, dünya pazarlarında rekabet gücü elde ederler. Yani Libya’da petrol kuyularından bir kaçını kaybetmenin maliyeti, ABD ve İngiltere’ye kıyasla, Fransa ve İtalya için çok daha beter sonuçlar vaadediyor.

Çizdiği bölgesel hegemonya hattı boyunca, dinci-faşizmin kafa kafaya geldiği diğer ülke Rusya’dır. Ve esasında, bu kavganın daha uzak ve dolaylı bir ortağı daha var: Çin. Çünkü Kerkük’ten, Doğu Akdeniz ve Libya’dan geçen hat, çok daha küresel bir kavganın arenası. Çin’in Malakka ve Suveyş kanallarını baypas eden Irak yolu projesinin güzergahı ve Avrupa’ya açılacağı limanlar, Doğu Akdeniz’de noktalanıyor. İpek Yolu projesini akamete uğratmak için, bu bölgenin NATO kontrolüne geçmesi şarttır. Bu yüzden, uzunca bir süre, Ankara’nın Libya çöllerinde giriştiği oyunlara, ABD destek sundu. Silah ambargosunu ihlal ederken defalarca kez yakalanan Türkiye, eğer hiçbir cezai yaptırımla karşılaşmadıysa, nedeni, ABD’nin desteğidir. Ancak dinci-faşizm, Libya’da inşaat projeleri dışında, gözünü petrol bölgelerine dikmeye başlayınca, beklenen oldu. Özel çıkarlar, genel çıkarlara galebe çaldı. Genel çıkar için, yani Rusya-Çin projesinin önünü kesmek için, Türkiye’ye göz yumulabilmişti, ama uyanık kapkaçcı kendi cüzdanlarını tırtıklama cüretini gösterince, ülkelerin özel çıkarları ön plana çıktı.

Ard arda dizilmiş ve patlamayı bekleyen bu siyasi mayınlar, Ankara’yı, BMGK koltuklarına değil, ama UCM sanık sandalyesine taşımaya adaydır.

Askeri Mayınlar

Dinci-faşizm hangi kafayla nasıl yamuk bir aynaya bakıyor bilinmez ama kendi gücü konusunda en fazla yanılgıya düştüğü nokta, askeri kapasitedir. Fransa’dan ithal Howitzer obüslerine bir paletli araç monte edilerek oluşturulan “Fırtına” obüslerinin abartılı övgüleri, yeterince bıkkınlık yaratmıştı. Şimdi sırada, menzili bir obüs kadar, motoru İngiliz, kaportası yerli SİHA’larla dünyayı fethe çıkıyorlar. Oysa bölgesel bir hegemonya için bile, askeri kapasitede bundan çok daha fazlası gerekir. Kavga arenası Doğu Akdeniz ise, güç sınaması donanmadadır. Tam da Türkiye’nin en zayıf olduğu alan, burasıdır.

Kapitalist emperyalist sistemin vahşi savaş makinesi, 20. yüzyılın şafağında, destroyer ve kruvazörler inşa etmişti. Sonraki zirve, ikinci paylaşım savaşında yer alan denizaltılar ve uçak gemileri oldu. Deniz savaşları, nihai sonucu belirlemekten çok, ikmal yollarını açık tutmayı amaçladığından, denizdeki savaş makinelerinin gelişimi, diğer unsurlardan daha yavaş oldu ve yüzyılın sonuna dek, 2. paylaşım savaşında ulaştığı noktada takılı kaldı. Deniz savaşlarını farklı bir düzeye taşıyan gelişme, tersanelerden doğmadı, ama elektronik harp ve seyir (cruize) füzelerinden doğdu. Bir anda, koca uçak gemileri ve kruvazörler, ortalarına aldıkları elektronik harp ve seyir füzesi taşıyan daha küçük gemilerin koruma ordusuna dönüştüler. Rusya’nın Karadeniz donanmasında, hucum bot boyutlarında iki tür gemi bulunur. Birinin adı “Uçak Gemisi Katili”dir. Bu adı haketmesini sağlayan, üzerinde taşıdığı, sesten hızlı ve bu yüzden sonik radarların yakalayamadığı füze muadili torpidolardır. Tek bir tanesi, çok uzaktan koca uçak gemisini kağıt gibi yarıp geçmeye yeter. Diğeri, seyir füzelerini havada yakalayıp kontrolüne alan ve fırlatıldığı rampaya gerisin geri yollayabilen, elektronik harp kumanda gemisidir. Dev donanmaların gücünü bir anda çöpe atan bu gemiler, birkaç kez, caydırıcı kapasitelerini, Suriye açıklarında kanıtlama şansı bulmuştu.

Türkiye’nin donanma gücünün esasını firkateynler oluşturur, yani ulaşılan düzeyin en az yüzyıl gerisindedir. Bu güçle ancak kıyı savunması gerçekleşir. Doğu Akdeniz gibi geniş bir alanın kontrol gücünden çok uzaktır. Buna karşılık, kara gücünün daha gelişkin unsurlarla donatıldığı sanılabilir, fakat öyle değil. Günümüzde, hava hakimiyeti yoksa, bir kara gücünün başına neler geldiğini, mart ayında İdlib’de görmüştük. Yakında bir kez daha alevlenmesi kaçınılmaz İdlib savaşı için, eğer söylenenler doğruysa, TSK bölgeye 4500 zırhlı araç yığdı. Envanterinin yarısından daha fazlasını çapı 40 km’yi bulmayan bir alana sıkıştırdı. Bunun askeri bir mantığı var mı, yoksa çılgınca bir kararlılık gösterisi mi, bilinmez. Kesin olan şudur: hava hakimiyetin yoksa envanterindeki kara gücünü feda etmek zorunda kalırsın. Libya çöllerindeki bir savaşın, engebelerle dolu İdlib’den çok daha katmerli felaketlere gebe olduğunu eklemeye bile gerek yok. Birbirinden çölle ayrılmış çok uzak kentlerle dolu bir coğrafya, 2011’de Kaddafi ordusunu birkaç gün içinde tarumar etmişti. O zaman Kaddafi ordusunu vahşice bombalayan Mirage uçakları, birkaç hafta önce TSK’nın Vatiye havalanındaki üssünü vurdu. Cevap vermek, herşeyi kaybetmeyi getireceğinden, bu saldırı sessizlikle geçiştirildi. Çöl üzerinde uçan bir filo, İdlib’den on kat daha yokedici güce sahiptir.

Ekonomik Mayınlar

Ekonomi cephesinde, zurnanın zırt deliği sayılamayacak denli çok. Kasası sürekli boşalan ve ancak para basarak durumu idare edebilen bir hükümetin, birden çok cephede birden savaşa heveslenmesi, doğrusu kulağa bir şaka gibi geliyor.

Üç yıl önce Efrin işgaline hazırlık yapan dinci-faşizm, ilk olarak, dünya piyasalarından, 15 milyar dolara yakın bir borç toplamak zorunda kalmıştı. Şimdi işler bu alanda hiç umut verici değil. Başka hiçbir kaynaktan para bulamayınca, Katar’la bir “Swap” anlaşması yaparak, kasalarına 15 milyar dolar koymuş göründüler. Ama, yapılan anlaşmanın şartlarından birisi, geri ödeme tarihine dek TL’nin fiyatının sabit tutulmasıydı. O gün bugündür. 6,85’e demirleyen kur için, devlet ve Merkez Bankası kasalarında 7 milyar dolar harcandı. Kaşıkla alınan, kepçeyle geri veriliyor.

Emperyalist hevesler güden bir ülkenin, en azında sermaye ve yatırım fazlasına sahip olması beklenir ki, işgal ettiği pazarlarda kendi ekonomik bağlılık ilişkilerini kurabilsin. Türkiye’de ise durum bütünüyle tersine. Değil sermaye fazlası, ağır borç yükü altında ezilen ve eğer yakın zamanda yüklü miktarda yeni bir borç bulamazsa iflas bayrağı çekecek bir sermaye kıtlığı mevcut. Yatırmlar olduğu yerde, güneşe yakalanmış kar yığını misali eriyor; son altı ayın sınai üretim kaybı %30, işsizlik çığ gibi büyüdü ve %49’a ulaştı. Ve bunlar, henüz daha bir başlangıç. Pandeminin ikinci dalgasının ekonomiyi tümüyle yere sereceği bizzat patronların ağzında bir çığlık. Halihazırdaki çöküş yeterince korkunç, ama turpun büyüğü daha heybede duruyor.

Bunlar dinci-faşizmin ve temsil ettiği tekelci sermayenin ayağının altındaki mayınlardır, ama geçilmez duvarlar değildir. Yani, Kerkük’ten Trablus’a bir işgal hattı kurabilmek için, halihazırda düşük bir yoğunlukta süren savaş, daha ileri adımlara sahne olacaktır. Bir yanda pandeminin felaket boyutuna sürüklediği krizle iyiden iyiye sarsılan tekelci sermaye, diğer yanda, eğer muhalefet koltuklarına dönerse, orada kendisini milyarlık borç senetleri ve ceza dosyalarının beklediğini bilen dinci-faşist iktidar, aynı noktada buluşuyorlar. Tekelci sermaye ve dinci faşizmin politik manevra alanı, terse dönmüş bir piramit içinde yuvarlanan bir topa benziyor, her adımda alanı daralıyor, seçenekleri azalıyor ve en çılgınca görünen maceralara, hevesten çok zorunlulukla dalıyor.

Yine de, Ayasofya mimberinden kılıç sallamakla, bölgede bir işgalci nüfuz oluşturmak arasında öylesine büyük bir uçurum var ki, ancak bir fantaziyle dolabilirdi. Ayasofya musameresi, tarihi bir dönüşümü değil, tarihi bir düş kırıklığını ifade eden bir gün olarak anılacaktır.


Umut Çakır