1 Mayıs’ta işçiler bayraklarına ‘Yeni bir toplumsal düzen’ şiarını yazdılar. Pandemi günlerinde proletaryanın öfkesi öylesine taşkın ki, ömürlerini sınıfı sendikal cendereye hapsetmeye adayanlar, hatta en sefil reformistler dahi, bu şiarı sahiplenmek zorunda kaldılar. Son derece önemli bir gelişmedir bu; halihazırda toplumu devrim ve karşı-devrim saflarına doğru iteleyen kutuplaşmaya, kartların yeniden dağıtılacağı yeni bir eksen kazandırıyor.

Pandemi öncesi kutuplaşma, gücünü iç-savaştan alıyordu, ancak politikada baskın söylem, farklı sınıfların çıkarlarını körleştiren biçimsel demokrasi sorunlarına odaklanıyordu: Tek adam rejimi, adalet arayışı vs. Pandemi sonrası sınıfların en temel ve yaşamsal çıkarlarını netleştiren, ana ve başat eksenine emek-sermaye çelişkisini alan bir kutuplaşmaya tanıklık ediyoruz. Önceki, tüm sınıfları ikiye böldüğü için, yatay bir kutuplaşmaydı. İkincisi farklı çıkarlara sahip sınıfları bütünleştirip, aralarındaki ilişkiyi bu temelde düzenleyen dikey bir kutuplaşmadır.

Denecek ki, kapitalist bir toplumda her kutuplaşmanın altında yatan ana neden emek-sermaye çatışmasıdır, bundan kimsenin kuşkusu yok. Fakat bunun alttan alta izleyen dolaylı bir seyir izlemesiyle, görünür ve dolaysız bir odak noktası haline gelmesi arasında, çok önemli farklar vardır. Birincisi, çıkarların farklılığını körleştirir, ikincisi ise keskinleştirir. Birincide ara yolcuların, itfaiyecilerin sesi daha fazla duyulur; ikincisinde sınıf devrimcilerinin...

Dikey kutuplaşmanın açık, somut, elle tutulur bir haritasını görmek isteyen, İstanbul’un semt semt pandemi haritasına bakabilir. Orada salgının ağır hal aldığı semtler kırmızı, hafif seyrettiği semtler mavi renkle gösteriliyor. Kırmızılar tümüyle işçi ve yoksulların mahalleleridir. Burjuvalar, “beyaz yakalılar” yani “evde kalabilenler” maviye boyandılar. Basit bir metafor değil; orada en yaşamsal çıkarlarda, Esenyurt ile Kadıköy’ün apayrı dünyalar olduğunun resmi var.

Oysa yatay eksenli kutuplaşmada, örnek seçtiğimiz bu iki semtin körlenmiş çıkar farklılıkları eşliğinde politik bir ittifakına uzun süre tanıklık ettik. Bu politik ortamda iki semtin arasına köprü kuran sosyal uzlaşmacıların sesi daha fazla duyuluyordu. Körleşen sınıf çıkarlarının doğurduğu kaçınılmaz bir sonuçtu bu ve yalnızca burjuva muhalefeti şişirmeye yaradı. Oysa şimdi pandemi, o köprüleri yakmış görünüyor.

Yatay eksenli kutuplaşma proletaryayı ve diğer emekçi sınıfları da bölüyor ve günün sonunda onları sermaye güçlerinin şu ya da bu kesimine destek verme konumuna sokuyordu. En büyük zararı proletarya yaşadı. Öncü işçiler bu durumun olumsuz sonuçlarını iyi bilirler; onlar zamanlarının çoğunu, fabrikalarda dinci-faşizmin borazanlığını yapan geri işçilerle uğraşarak harcamak zorunda kaldılar.

John Reed, Dünyayı Sarsan On Gün’de tanık olduğu bir olayı aktarır, ki herkesin bildiği bir sahnedir: Bir öğrenciyle asker kaputu içindeki bir işçinin tartışmasını... Öğrenci, barışa, savaşa ve biçimsel demokratik meselelere dair karmaşık analizlerle kafa ütülerken, asker tulumu içindeki işçi sürekli aynı sözle karşılık verir: “Bildiğim tek şey, bir yanda burjuvazi, öbür yanda proletarya vardır.” Okuma yazması olmayan bu genç asker belli ki daha yeni politikaya uyanıyordu, fakat politikanın ana damarını yakalamış, en karmaşık sorunları, tutunduğu bu kertenin noktasından çok daha basit çözümleyebiliyordu. Yatay kutuplaşma, işte bu duru bilincin proletarya arasında yayılmasını köstekleyen bir dizi etki yaratabiliyordu.

Koşulları proletaryadan çok daha kötü olan nüfusun oldukça kalabalık yoksul kesimleri, adaletin, biçimsel demokrasinin, tek adamlık rejiminin sürekli göze sokulan sorunlarıyla uğraşamayacak denli zorlu bir yaşam savaşı verirler. Bu konulara ilgisiz kalmaları, kesinlikle onlara bir suç olarak yüklenemez. Ama bu durum, Kadıköy’ün Bağcılar’ı topa tutmasına engel olmadı. Esnaf için, adalet arayışlarının kendilerine dokunan tek somut anlamı oldu: Sicil affı. İktidarı boyunca dinci-faşizm sicil affını pek çok kere ilan etti. Bunun nedenleri üzerine durmak şimdi gereksiz; ama sonuç, küçük mülk sahiplerinin önemli bir kesiminin, adalet ve biçimsel demokrasi eksenli kavgada yönünü dinci-faşizme çevirmesiyle sonuçlandı.

Tuzu kurular, işçileri ve yoksulları, esnafı ve diğer küçük ticaret erbabını, sayılan nedenlerle sürekli aşağıladı, üzerlerine hareketler yağdırdı. Yatay kutuplaşma daha da derinleşti. Öyle ki, bir kutuptan diğerine geçişler adeta imkansız gibi algılanır oldu. 2018’de hız kazanan ekonomik çöküş, donup katılaşmış görünen bu konumları iyice bir sarstı, deyim yerindeyse yumuşattı. Ve nihayet pandemi manzarayı kökünden değiştirdi. Her sınıf kendini yeni bir parantez içinde buldu. Tuzu kurular, burjuvaziyle beraber “eve kapanma” parantezinde buluşurken; işçi sınıfı, yoksullar ve esnaf “hastalık ve açlık” parantezinde, aynı öfkeli ve şiddet dolu duygularla, kanaatlerle bir araya gelmeye başladı. Maviler ve kırmızılar yeni dikey kutuplaşmanın dolaysız ifadesidir.

Dikey kutuplaşmada emek-sermaye çatışması, gündelik hayatın politik ritmini belirler. Haftalar boyunca toplum “işçi sorunu”nu konuştu, tartıştı, buna uygun bir tutum aldı. Temel sınıf çıkarları, yaşamsal tehdidin heyulamsı enerjisiyle, tüm biçimsel demokratik sorunların, adalet ülkülerinin, kültürel çatışmaların üzerine çıktı. Fakat bu çatışmaları tümüyle etkisizleştirip silmek üzere değil; ama onları yeni dikey eksende yeniden düzenleyip konumlandırmak üzere. Yatay eksenin arızası, proletaryayı pratikte öncü sınıf haline taşıyan dinamikleri körleştirmekti. Dikey kutuplaşma ise sınıf öncülüğünün kabulü ile start aldı.

Yılların deneyim ve bilinç birikimleri olan öncü işçiler, güncel politik manzaranın kökünden değişmekte olduğunu hemen sezdiler. 1 Mayıs’ta pankartlarına “Yeni bir Toplumsal Düzen” şiarını kondurdular. Elbette öncü işçiler için yürünecek daha çok yol, aşılacak daha çok zorlu engel var. Fakat, amaç belirginleştirilmiş, bayrak açılmıştır. Ve o bayrağın rengi kızıldır. Bundan böyle, biçimsel demokrasinin tüm sorunları, adalet, kültür vb. üzerine çatışmalar, bu yeni başlık altında yeniden biçimlenecek, hizaya girecektir.

Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları kitabında bu gözlemini şöyle aktarıyor: “Devrimin ilerleyişi durumu öyle bir hızla olgunlaştırmıştı ki, her dereceden reform yanlıları, orta sınıfların en alçak gönüllü istekleri, en aşırı yıkıcı partinin bayrağı çevresinde, kızıl bayrağın çevresinde toplamak zorundaydı” (sf. 128)

Yeni bir toplumsal düzen bayrağı, öyle herkesin içeriğini gönlünce dolduracağı bir bayrak değildir. “baş gösteren” değildir. Yıkıcı tepkiye, kurucu bir norm kazandırmaktadır. Umutsuz öfke, yerini umudun yaratıcı öfkesine bırakacaktır.

Kuşkusuz, amacı isteyen aracı da istemeli. Yeni bir toplumsal düzen hangi araçlarla kurulacak? Öncü işçiler bu konularda yeterince bilinç sahibidir. Bunun yolunun zora dayalı ayaklanmalar, komite ve konsey örgütlenmesinden nihayetinde bu ayaklanmanın gücüne dayanarak bir devrimci hükümetin kurulmasından geçtiğini biliyorlar.

Her an hangi nedenle patlayacağını şimdiden öngöremediğimiz o kutsal öfke, işte bu sınıf dengeleri üzerine şekillenecek.

Umut Çakır