Dünyanın beş kıtasında esen ayaklanma fırtınasının bu toprakları ve kıyılarını dövmeye başladığı söylemek, giderek ortak bir kanı haline geliyor. Ama, müzmin darkafalıların her zamanki mızmızlanmalarını şimdiden duyar gibiyiz: “Hani nerde, biz bir ayaklanma göremiyoruz bu topraklarda?” Sadece bir dar kafalı, sınıflar mücadelesinin karşılıklı ilişkilerini “eylem var mı, yok mu” sorusuna indirger.

Oysa pek çok alamet birikti. Salt kapalı kapılar ardında değil, açık alanlarda cesurca dile gelen öfke patlamaları, toplu intiharlar vb, hepsi bir yana, sokak eylemi yapan küçük grupların çevresini hızla saran meraklı kalabalıklar, daha somut işaretler zincirinin bir halkasıdır. Yine de, bize sorulacak olsa, en güçlü işaret nedir diye, en sefil reformistlerden Emep’in şurada burada “Devrim günceldir” konulu toplantılar düzenlemesine işaret ederdik. Varın siz milyonlarca devrimci kitlede yaşanan öfke kabarışlarını düşünün…

İsyan ve devrimlere dair haber görüntülerinin, haftalar sonra başka kıtalara ulaştığı zamanlar geçen yüzyılda kaldı. Oysa şimdi, beş kıtada onmilyonları kapsayan ayaklanmalar, neredeyse saniye saniye izlenebiliyor, üstelik onbinlerce farklı kaynaktan. Muazzam yaratıcı enerjisi ile emekçi kitleler, kent savaşlarının her anını binlerce kamera eşliğinde kaydediyor; bu görüntüleri dünyada sayısı milyarları geçen insanlar izliyor, yorum yapıyor. Pratik eylemin yaratıcı biçimleri kadar, hareketin karşılaştığı politik sorunlar da benzer yoğunlukta masaya yatırılıyor. Geçen yüzyılda, ancak örgütlü parti kadroların tartışıp çözüme ulaştırdığı konular, şimdi bizzat eylem halindeki milyonların politik gündemini dolduruyor. Bu iletişim kanalları üzerinde etkin olabilen öncüler, devrimci kitlelerin masaya yatırdığı politik sorunlara hızlıca cevap bulma şansını yakalıyorlar.

Dünyanın her yerinde milyonlar, devrimin en temel sorunlarına dair tutumlarını masaya yatırıyorken, bu toprakların sol-sosyalist partileri de elbette bu konulara dair fikirlerini, daha fazla kendilerine saklayamazlar. Fakat her parti, kuşkusuz sınıf karakterine, geçmiş tecrübelerine ve birikimine uygun cevaplar vermekten kaçınamıyor. Ve bir kez daha, bu değerlendirmeler ışığında, olası bir ayaklanmada, hangi partinin nasıl bir tutum alacağını öğrenmiş oluyoruz. Devrimci proleter öncü için, bu öngörü önemlidir: aniden patlak veren ayaklanmalarda hangi partinin nasıl davranacağını önceden bilmek, hızlı ve etkin politik manevralar için avantaj sağlar.

 

I-Analizdeki Hata…

Söz konusu sol-sosyalist yayınlardan olan Atılım, 400. sayısında konuya dair üç uzun makaleye yer vererek, meseleyi ciddiye aldığını göstermiş. Yine de, bu politik yapının Gezi Ayaklanması’ndaki tutumunu hatırlayanlar, haklı olarak, yazılanlara ihtiyatla yaklaşacaktır. Gezi’den 2015-16 kent savaşlarına kadar, bu topraklarda, en üst biçimlere dek tırmanan bir dizi ayaklanma tecrübesi yaşandı; ve her parti, bütün yazılıp çizilenler bir yana, devrimci bir ayaklanma sırasında, nasıl bir tutum sergileyeceklerini zaten çoktan kanıtlamış bulunuyor. Bu nedenle, Atılım ve diğer yayınlarda ilan edilen tutumları, bir de 2013-2016 döneminin pratiğiyle karşılaştırmakta her zaman yarar var.

Atılım, gündem yazısında sol hareketlerin genelde bu ayaklanmalara salt “analizci bir yaklaşımla” ilişkilendiğini ileri sürerken haklıdır, her ayaklanmadan pratik dersler çıkarmak ya hiç denenmemiş, ya da oldukça tali planda kalmıştır. Yine de, var olan dalganın analizindeki hataların, pratikteki hataları da besleyeceğini öne sürmemiz, gereksiz bir hatırlatma sayılmamalı. Atılım, iki noktada, küresel hareketin genel karakterine dair yanlışlık içindedir.

Birincisi, ayaklanmaları oluşturan sosyal zeminin “emperyalist küreselleşmenin neoliberal (abç) yıkım politikaları” olduğu söyleniyor. Bu tespit, eksik olduğu kadar anakroniktir-zamansızdır. Eksikliği, kapitalizmin tüm sonuçlarına değil, ama yalnızca neoliberal denilen uygulamalarına ilişkin olmasıdır. Devrim dalgası, bu tür uygulamaların epey dışında kalan İran ve Sudan gibi ülkelerle, üstelik çok daha sert boyutlarda ortaya çıkıyor. Gerçek zemin, salt neoliberal yıkım değil, kapitalist gelişmenin varmış bulunduğu aşamada ve bunun bir sonucu olarak küresel düzeyde süren iç savaşta aranmalıdır. Dünya çapında emek-sermaye arasında süren bu küresel iç savaş, ister neoliberal, ister korumacı, ister uzlaşıcı, kapitalizmin hangi yıkım politikası uygulanırsa uygulansın, tüm kapitalist dünyayı, emperyalist merkezler dahil, ayaklanmaların, sınıfların karşılıklı ilişkilerinin gerçek zeminini sağlamaktadır. Bu analizin anakronik yönü, Trump ve Brexitçiler gibi, emperyal dünyanın efendilerinin, neoliberal denen politikalardan uzaklaşma eğilimine dikkat çekmeyişindedir. “Neoliberalizme” başkaldırı; 2000’li yılların daha en başında patlak vermişti ve kısa sürede kendi sınırlılığı içinde sönülmendi. Brezilya İşçi Partisi (PT) ve Fransa’da ATTAC gibi reformistlerin yürüttüğü dünya çapındaki kampanyada hedef, neoliberalizm diye açıklanmıştı. İstekleri, uluslararası para hareketlerine Tobin vergisi konulması ve geçmişin korumacılık ve Keynesçi politikalarının geri getirilmesinden ibaretti. İroniktir, bu “anti-neoliberal” dalganın programını hayata geçirmek, Trump ve Brexitçilere kaldı.

Analizdeki yanlışların ikinci kısmı, başlayan hareketin “sosyalist” bir hareket değil, ama bir “halk hareketi” oluşunun kavranamamasıdır. Bu yanlışlık, harekete karşı belirgin bir güvensizlik tarafından besleniyor. “Eskinin öldüğü, yeninin doğmadığı”na ilişkin bir tespit öne sürülüyor. Diyalektik ve tarihsel açıdan yanlış olan bu tespit, 1920’lerin sonunda Gramsci tarafından dile getirilmiştir. Gramsci’nin bu sözlerini, genelde dünyayı sarsan isyanların faşist iktidarlara yol vereceğine dair oldukça kötümser tahminler yürüten akademisyenler kullanıyor ve pek seviyorlar. Kuşkusuz Atılım, o denli kötümser değil ama hareketi “topyekün bir kapitalizm karşıtlığına, sosyalizm arayışlarına” sahip olmadığı gerekçesiyle eleştirmek, onun bir “demokratik halk devrimi” karakterini anlamamak demektir. İsyanlar, her ne kadar kapitalizmin her tür yıkımının sebep olduğu öfkeye dayanıyorsa da, bu öfkeyi doğrudan sosyalist bir programa bağlamanın önünde sayısız engeller var. O yüzden, Şili’den İran’a, herhangi bir ülkede (emperyalist merkezleri bu bahsin dışında tutarak söylemek gerekirse) isyanlara komünist partiler öncülük etseler dahi, bu partiler harekete geçen onmilyonları sosyalist program çerçevesinde değil, ama önce devrimci demokratik bir program çerçevesinde toparlayabilirler. Faşist baskılar, tekelci egemenliğin diğer tüm sonuçları, hızla harekete geçen onmilyonları sosyalist programa kazanmanın engelleridir. Ancak halkçı bir devrim, proleter güçlere bu yolu açan özgürlükleri sağlayabilir.

 

II-Pratik ve Daha Önemli Hatalar

Buraya kadar kısaca, küresel ayaklanmanın analizine dair hatalara değindik. Ve Atılım’ın ifadesiyle, bunlar pratikte “devrimci öncülere yüklenen görevleri” tartışmanın kıyısına itmemeli. Atılım, daha fazla önem verdiği pratik yönde, daha fazla hatayı barındırıyor.

Makale, devrimci önderliği ve isyanı yönetme hazırlığının bulunmayışına özel vurgu yapıyor. Ve bu eksikliği, Latin Amerika örneği üzerinden, solun silahlı savaşımından vazgeçip “burjuva parlamentarizminin kanatları altında kendine yer edinme çabalarına” bağlıyor. Bunun doğal sonucunun, kadrolarda ayaklanma ve savaş fikriyatından uzaklaşma olduğu ifade ediliyor.

Bu satırları yayınlayan Atılım’ın, biraz aynaya bakmasında yarar var. Gezi Ayaklanması ve izleyen dönemde bu politik yapının nasıl bir tutum aldığı belleklerde hala tazedir. “Gezi’yi sandıklara taşıma” yönünde gösterilen heves, herkesten daha fazlaydı. İşi, bir oy’un bir eylemden daha önemli olduğunu söylemeye dek vardırmışlardı. Ayaklanmalar tüm hızıyla sürerken, Leninist Parti’nin devrimci iktidar hedeflerine kulaklarını tıkadılar, bunun yerine “hükümet özür dilesin” talebini, pratik çalışmanın en başına koydular. Kimbilir belki de geçmişin hatalarından ders çıkarılmıştır. Ne de olsa ESP’nin yeni seçilen eşbaşkanı Ö.Gümüştaş’ın “Bir iradesizlik hali, ne yaparsak yapalım diktatörlüğü yıkamayış ruh hali, partimizi de yer yer etkiledi” tespiti orta yerde duruyor. Yani Latin Amerikalı yasal partilerin, parlamentarizm kıskacına giren örgütlerin “ayaklanma ve savaş fikriyatından uzaklaşma” hali, bu topraklarda da tezahür etmiş. Örnek, karşımızda duruyor.

Ancak ne yazık ki, geçmiş hatalardan gerekli dersler çıkarılmadığı, ESP eşbaşkanının aynı röportajda (12 Temmuz sayısı) “Kürt sorununda anayasa sürecini bayraklaştırma” temel hedefi açıklandığında zaten yeterince anlaşılmaktaydı. 300. sayıda yer alan gündem yazısı ise bu noktada daha fazla kanıt sunuyor. Ayaklanmayı politik-askeri bir eylem olarak gören ve ciddi hazırlıklar öneren yazı, meseleyi getirip “özsavunma örgütleri”ne bağlıyor. Oysa devrimci marksizmin, “her savunma silahlı ayaklanmanın ölümüdür” kuralına verdiği önem, konuya az çok aşina olan herkes tarafından gayet iyi bilinir. Kuşkusuz, Atılım yazarları da, ayaklanmaya dair Marksist yaklaşımları okumuşlardır. Buna rağmen, kitlesel şiddet ve askeri yalıtık eylem olarak ayaklanmaya “özsavunma”yı önermekten kendilerini alamıyorlar. Bu çelişkinin sebebine yine bizzat kendi sözleriyle açıklık getirebiliriz herhalde: “Bu husustaki yetmezlikler de dolaysız biçimde, iktidar bakış açısındaki bulanıklığa tekabül eder.”

Zurnanın zırt dediği yere geldik böylece. Ayaklanmanın politik pratik hedefine ilişkin öne sürülen görüş, yukarıda sözü edilen bulanıklığı belirginleştiriyor. Deniyor ki, “ezilenlerin bilincine etki etme ve politika yapma aracı olarak, küçük iktidar nüveleri hedeflenmelidir.” İşler o noktaya geldikten sonra, daha dün politik yaşama gözlerini açmış sıradan bir emekçi karşınıza geçip size şu soruyu mutlaka soracaktır: “Neden doğrudan devrimci bir hükümet hedefinden söz etmiyorsunuz? Ve neden bizi küçük iktidar nüveleriyle avutmaya çalışıyorsunuz?”.

Cevabı bellidir. Atılım ve benzeri çevreler, politik yapılar, silahlı bir ayaklanmadan olsa olsa “aşırı muhalefet” konumlarını pekiştirmek için (hadi kendi ifadeleriyle dile getirelim bunu; “muhataplaşmak için”) yararlanma peşinde koşar. Gezi ve sonrasında yaptıkları gibi. Altı sene öncesinden ders çıkaramamışlardı, şimdi 2019’un devrimci rüzgarlarından da gerekli dersi çıkaramıyorlar.

Devrimci proletarya ve ileri kitleler, aniden bastıran yaz yağmuru gibi başlayacağı az çok belli olan ayaklanma sırasında, karşılarına bol bol “devrimin güncelliği, sokakları kazanmak, askeri-politik kitle şiddeti” propagandasıyla çıkacak söylemin ardındaki şu gerçeği şimdiden görmelidir: “İktidar dışında her şey!”

Umut Çakır