Nasıl başladıysa öyle bitti; dinci faşist iktidar baştan sona”Ben yaptım, oldu” havasındaydı; meydanlarda iktidarla gericilik yarışına giren muhalefet ise “Eyvallah, ne yaptıysan” diyordu.

“Eyvah” feryatları ise, gerici muhalefetin emir eri gibi davranan uzlaşmacı sola kaldı. Bu topraklara özgü bir parlamenter budalalık biçiminden söz etmiştik: Yıpranan hareketi sandıkta cezalandırmak ve bunun “ehvenişer” kabilinde bir tercih hareket olan bir başkasına ders olmasını ummak. İyi haber şu; Bu tür budalalık son etkili günlerini yaşadı...

Bilmem kaçıncı kez “bin nasihat bir musibet” deyimini kullanmaktan biz usandık, ama uzlaşmacı sol, aynı moral bozucu mecraya dalmaktan usanmadı. Eğer bu seçim tarihte geçecekse, diyorduk haftalar öncesinden, hile-hurdanın sınır tanımazlığı ile geçecek. Uyarılar karşısında kulaklarının üzerine yatmayı tercih ettiler. Sadece leninistler değil, gittikleri her yerde uzlaşmacı solu halk da uyardı. Onlar yani uzlaşmacı sol, tüm bu uyarılara “iktidarın değişmeyeceği umutsuzluğunu yaymak” suçlamasıyla yanıt verdiler.

Sonunda ne oldu? Umutsuzluğa düşen, moralleri bozulan kendileri oldu. Daha depremin enkazı kalkmadan alelacele bir seçim kararı alınınca, asıl büyük çaplı hilenin, nüfus hareketliliğinin son derece yüksek olduğu deprem bölgesinde yapılacağını dile getirenler oldu. Şimdi uzlaşmacılar “Nasıl olur? Hatay bile..!!” şaşkınlığı yaşıyorlar. Anlaşıldı. Onlar budalalığa asla doymayacak, ama halk artık doydu.

“Karanlıktan daha ürkütücü olan” diyordu Joseph Conrad, Karanlığın Yüreği romanında “her yanı kaplayan sis bulutudur". Bu kez her yana sis bombalarını yollayan, bizzat küçük burjuva parti ve uzlaşmacılar soldu. Onların katkı ve çabası olmadan gerici-faşist muhalefet “Bir diktatörü seçimle yıkan ilk ülke” olma masalını emekçi kitlelere kabul ettiremezdi. Öfkeleriyle çok daha büyük kalabalıkları harekete geçirebilecek bir kesimi beklentiye sokan onlardı, seçimin kolera ile veba arasında geçtiğini fark edenleri “ehem-ühüm” safsatalarıyla yatıştıranlar da. Şimdi kendi yarattıkları sis bulutunun içinde kendileri kayboluyorlar, olan bitene anlam vermekte zorlanıyorlar. Öyle ya; tarihte hiç görülmemiş yaygınlıkla bir sefalet yaşanıyorken, yüzbinler depremde yaşamını kaybetmekten; hileyi-hurdayı bir an için hesaptan düşelim, nasıl oluyor da dinci faşizm kendi tabanını bu denli koruyabiliyor? Oysa tam 90 yıl önce uluslararası komünist hareket aynı sorunun peşine düşmüş ve gayet sağlam cevaplar üretmişti.

Faşizmin Tahlili kitabında E. Leverenz, Komintern IV. Kongresi’nde bu sorulara verilen cevapları derlemiş. 1928’de patlak veren, uzun yıllar etkisini gösteren Büyük Buhran’a rağmen, Almanya ve İtalya başta olmak üzere, Avrupa’daki faşist parti ve iktidarın kendi kitle tabanını koruyabilmeleri, Komintern’in bu kongresinde masaya yatırılıyor. Bulunan cevaplar, faşizmin iki etkin yönünü ön plana çıkartıyor: “Faşizmin terör ve beyin yıkamaya dayanan yöntemleri, kitle tabanı yaratmak ya da eldeki tabanı, hayal kırıklığına ve zayıflatmalara karşın, gene de ayakta tutabilmekte kendisine geniş olanaklar sağlıyordu. (..) Faşizm tarafından aldatılmış ve hayal kırıklığına uğramış katmanlar, faşizme karşı etkin bir direnişe kendiliklerinden geçemezlerdi. Onlar, koyu bir şovenizm ve ırkçılığın ince demagojisinden etkileniyorlar ve faşist koşullandırmaların sürekli kurbanı oluyorlardı.”

Önceki oturumlarında Komintern, Alman sosyal demokratlarını komünist partinin parlamento dışı eylemler örgütleme önerisini geri çevirerek, kendisi tümüyle faşist terör altında yürütülen seçim kampanyalarına kaptırmakla suçlanmıştı.

“Faşist bir yönetimi burjuva muhalefet yoluyla dizginlemek görüşleri, işçi sınıfını pasif bir bekleyişe, yıldırıcı bir hareketsizliğe itmiştir. Bundan dolayı da sosyal demokrat yöneticiler, işçi sınıfının politik liderleri gibi davranmaktan yoksun kalmışlar ve görevlerini yerine getirememişlerdir.”

Tarihten dersler çıkarmasını bilenler için, sis bulutunun ardında gizemli bir dünya yok. Ne kendi tabanını her şeye rağmen koruyabilmek dinci faşist partinin özel bir mahareti; ne de burjuva muhalefeti yoluyla faşizmi dizginlerken kendini politik yönden iyice görünmez kılmak bizim ortalama sol partilere özgü. Bu tutumların ardında, evrensel bir gerçeklik var: Sınıf tutumu.

Alman Nazizminden doksan yıl sonra, bu topraklarda bir parti “topyekun faşizm” nitelemesini hak eden bir örgütlenmeyle, aynı açık terörist yöntemleri, aynı toplumsal demagojiyi, şovenizm, ırkçılık ve dinci gericiliği damarlarıyla birbirine bağlı kitleleri bir arada tutmak yolunda etkin biçimde kullanıyor. Dinci faşizm, açık terörist yöntemler ve toplama demagojiden oluşan ikiliye, üçüncü öğeyi ekledi: Kredi kartı. RTE, faizlerin yükselebileceği korkusunu kullanarak kredinin soysuz karakteriyle yeterince bozuma uğramış emekçilerin bir kısmını yanında tutmakta hiç zorlanmadı.

Elbette bütün bunlar, hile-hurda hesaptan düştüğünde, geriye kalan kitle desteğine ilişkin açıklamalardır; ama dinci faşizme seçim kazandıran, hemen her zaman olduğu gibi kesinlikle “damardan bağlı” kitlenin çok üzerinde seçim sonuçları yaratan hile-hurdadır. Kanıtlarını sayıp dökmeye, kullanılan yöntemleri anlatmaya gerek yok; yeterince insan gördü, duydu... Ama illaki bir kanıt arayanlar, mesela Ali Babacan’a sorabilirler. Bu zat ne demişti hatırlatalım: “YSK’nın bilgi işlem odasına iki kişi koymak yeter. Bu işler yapıldı...”

Sadede gelelim. Karşımızda “topyekün faşizm” varsa, harcı alem ezberlerle yol almak yanılgılara varır. Örneğin şu: Kitle tabanını kaybettikçe, faşizm güç yitirir. Oysa her zaman bu ilişkinin tam tersinden işlediği artık anlaşılmalı. Faşizm ancak güç kaybederse, kitle tabanını yitirir. Faşizmin güç kaybı ise onun açık terörist yöntemlerini işe yaramaz kılmakla, gövde gösterilerini engellemek ve dağıtmakla mümkündür. Faşizmin aktif kitle tabanına bakıldığında, bu görevlerin imkansızlığını söylemeye hazırlananlara bir hatırlatma yapalım: İç savaş ve iç savaşa yakın koşulların hüküm sürdüğü bir ülkede, devrimci proletarya, sandıklarda güçsüz, ama sokaklarda güçlüdür, aradaki asimetri şaşırtıcı oranlardadır. Sokak eylemleri, kitleleri etkilemekte onlarca seçim propaganda mitinginden daha işlevseldir böyle ülkelerde. Buna hem uluslararası devrimci hareketlerin faşizme karşı mücadele deneyimleri kanıtlar sunar, hem de bu toprakların deneyimleri... Birleşik devrim sıfırdan başlamıyor, muazzam bir birikim var, sadece toparlanmayı bekliyor.

Nihayet seçim parantezi kapandığında sis bulutu dağılacak, geriye çıplak bir sefalet, dayanılmaz bir açlık kalacak. Dinci faşizmin kitle tabanı dışında kalan engin kalabalıklar, yaşadıkları cehennemi koşullara karşı henüz topyekun harekete geçmedilerse, en önemli nedeni “bir oyla dertlerinden kurtul” demagojileriydi. Bu demagojiyle ve onun tiyatrosuna bağlayan son pamuk ipliği de kopuyor. Proleter devrimcilerin yaygın kullanmaları gereken sokak eylemleri için son derece uygun topraklardayız.

 

- II -

Söyleyeceklerimizi Ergin Yıldızoğlu 18 Mayıs tarihli yazısında özetlemiş: “Bu koşullarda rejimin liderinin taktiğinin ilk turda kazanmak değil, ilk turda muhalefet dalgasının momentumunu kırmak, düş kırıklığı yaratarak toplumsal desteğini yumuşatmak olarak şekillendiğini düşünmek çok zor değildir. O liderliğin, o kararı verdikten sonra, hazırlıklarını ona göre yapmaya başlamış olması, seçim gecesi yaşananları da düşündüğümüzde çok büyük bir olasılıktır.”

Ne yazık ki Yıldızoğlu, “Seçime Dair Spekülatif Düşünceler” başlığıyla, öne sürdüğü değerli fikirleri boşa düşürüyor. Hayır, bunlar spekülatif beyin egzersizleri değil, saf ve çıplak gerçeklerdir. Politik yaşama yeni uyanmış bile olsa, milyonlarca emekçinin paylaştığı kesin bir kanaattir.

Öyleyse, milyonların farklı mecralarda tartıştığı, hemfikir olduğu, dinci faşizmin hile-hurdalarını konuşmayı geride bırakmanın zamanı. Biz asıl görünür olmayan, ama daha büyük ve sinsi bir başka hileden söz edeceğiz. Gerici-faşist muhalefetin ve emir erleri uzlaşmacı solun beraber girişip kotardıkları bir hiledir bu. İki ayağı var. İlki, gerici-faşist muhalefetin birincil önceliğinin iktidarı değiştirmek olduğu yanılgısıdır. Diğeri ise şu; Bağrında dinciliğin ve faşizmin bayraktarı partiler barındıran gerici-faşist muhalefet ile dinci faşist iktidar arasında, ekonomik ve sosyal politikalarda büyük bir ayrım olduğuna dair yanılsamadır. Yumurta ikizi olan burjuva cepheleri birbirine düşman gibi göster, seçim zaferi ya da yenilgisini dünyanın en önemli sorunu haline getir, umut ve beklentiyi yükselt, sonra da yere çöktür, tuzla buz olmasını seyret. İşte asıl büyük hilenin öğeleri...

Şurası artık kesindir, olaylarca bir kez daha kanıtlanmıştır ve geniş emekçi kitlelerce görülmüştür ki, gerici-faşist muhalefetin birincil önceliği düzen ve devletin bekasıdır. Bu uğurda iktidar olmaktan vazgeçmeye, en kritik anlarda dinci faşizme destek olmaya her daim hazırdır. Miting meydanlarında yaka bağır yırtarak haykırmalarının aksine, seçim gecesinde bu çizgiyle hareket ettiler. Hesaplaşmayı sokağa taşıracak, hileyi ortaya serecek bilgileri kendi partililerinden dahi sakladılar. O gece sokaklara çıkmaya çalışanları yalanlarla evlerine yolladılar, hatta gençler öncesinden “IŞİD provokatörleri CHP’li kisvesiyle sokaklara çıkacak” diyebilecek kadar alçaldılar, mide bulandırdılar. Binlerce sonuca itiraz ettikleri halde, hileden ve oyların çalınmasından tek sözcük bile olsa etmediler. Ve tüm bunları dinci faşist iktidarla, gerek resmi gerek zımni anlaşmalarla, beraber kotardılar. Aksi takdirde, sokaklara taşacak bir hesaplaşmanın sadece dinci faşist partinin değil, ama tüm düzen partileriyle birlikte, tekelci sermaye egemenliğinin de sonu olacağına dair kanaat, iktidar ve muhalefeti, seçim gecesi yaşanan tiyatroda buluşturdu.

Hilenin ikinci ayağı, halihazırda devrim saflarında olan ve devrim saflarına doğru sürüklenen geniş emekçi kitleleri hedef aldı. Uzlaşmacı ve artık işbirlikçi solun kesinlikle belirleyici çabasıyla, bir tarafta cehennem diğer tarafta ise bir cennet tablosu yaratıldı. Dinci faşist iktidar seçimleri yeniden kazanırsa herkesi dayanılmaz bir cehennem azabı bekliyordu; aksine muhalefet kazanırsa her alanda bir rahatlama olacak, ekonomiye güven gelecek, yatırımlar yağacak, adalet yerini bulacak, açlar doyacak vs. idi. Bu şişirilmiş propagandaya kanmayanlar dahi “Hiç olmazsa biraz nefes alırız” beklentisine sürüklenmekten kurtulamazlar. Oysa yirmi yıldır dinci faşist iktidara kök söktüren kitlelerin devrim mücadelesinin saf dışı bırakıldığı, unutulduğu, görmezden gelindiği bu basit denklem, şu sonucu doğurmak üzere inşa edilmişti: Korkuyu bizzat kitlelerin yüreğine bir kez işlemek. Her faşist liderliğin hayalidir bu. Kitlelerin yüreğine bir kez korku sokulduysa, iktidarın özel baskı aygıtını etkin şekilde kullanmasına dahi gerek kalmaz. Cehennem, her an bir karşı saldırıyla darmadağın olmayı bekleyerek, yürekte yaşanır.

“Emekçiler, kadınlar, Kürt halkı bu hilelere kanmaz” diyerek kendimize kolay cevaplar bulma peşinde değiliz. Kuşku yok, devrimci proletaryanın politik müdahaleleri etkisini gösterene dek, yüreklere salınan bu korku, kitlelerin önemli bir kesiminde bir süreliğine görevini yerine getirecektir. Ama bu korkuyu besleyen, büyüten koşullarda yaşamıyoruz. Tersine, çöküş süreci içinde artık koma durumuna hızla ilerleyen ekonomik koşullar, milyonlarca emekçiye, yüreklere işlenen korkuyu aşma zorunluluğu dayatıyor. Geri çekilecek yer kalmadı, ardımız açlık ve yokluksa kaybedecek hiçbir şeyi olmayanların, korkacak hiçbir şeyleri de olmaz.

Devrimci proletarya cesaretle öne çıktığında, hemen arkasında gerici-faşist muhalefet ve uzlaşmacı sola öfkeli yıldırımlar yağdıran büyük bir kitlenin desteğini bulacaktır. Bu dönemde ayakta kalan tek politik prestij “Seçimle gitmeyecekler” diye uyarmayı hiç bırakmayan “Hepsi Gitsin” şiarıyla gerici-faşist muhalif cepheye bayrak açan devrimci proletaryanındır. Öncü sınıf partisi bu prestiji boşa harcayamaz, öfke dolu büyük bir kitlenin gözü üzerindedir.

Umut Çakır