Ortalık durulmuyor. Sermayenin arzuladığı “huzur” bir türlü gelmiyor. Kesintisiz bir gerilim, çatışma ve kutuplaşma... durup durup alevlenen sokak eylemleri, her biri küçük bir isyana dönüşen patlamalar... işçilerin art arda grevleri, eylem ve direnişleri...

Tabii “kutuplaşma” dendiğinde, siyasal ve ideolojik olarak derin bir bölünmüşlüğün bizzat dinci faşist iktidar eliyle de körüklendiği gerçeğinden hareketle, bunu salt bir “kitle tabanını konsolide etme” ve bu yolla “oy oranını koruma” üzerinden okuyan uzlaşmacılar, “aman kutuplaşmadan uzak duralım” diye basıyorlar yaygarayı.

Oysa toplumsal ilişkilerin bizzat kendisi sebep oluyor bölünme ve kutuplaşmaya. Dinci faşist iktidar bunu kendi hedef ve çıkarları doğrultusunda bir kalıba dökmeye çalışıyor, hepsi bu!

Dinci faşizmin tüm çabalarına rağmen, toplumsal iktisadi yapı ağırlığını koyuyor bu kutuplaşmanın biçimlenme sürecine. En başta emekçi yığınların büyük bölümü olmak üzere toplumun gittikçe genişleyen kesimi dinci faşist iktidarın karşısına dikiliyor. Sermayeye “huzur sokağı” vadedenler, bizzat huzursuzluğu körükleyen ana etmen haline geliyor!

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararıyla birlikte kadınlar harekete geçmeye başlamıştı. Zaten her gün bin bir gerekçeyle öldürülmeyle, şiddet ve baskıyla karşı karşıya kalan kadınlar, bu kararla “yeter artık” noktasına geldi.

Dinci faşizmin kadını tümden yok sayıp onu ailenin bir ögesi olarak tanımlayan tutumu, başlı başına kadına yönelik şiddetin katalizörü rolünü oynuyordu. Sözleşme’den imzanın çekilmesi ve ardından yapılan açıklamalar, atılan adımlar, kadınlara karşı açıktan bir savaş ilanından başka bir şey değildi. Kadın örgütleri bu “savaş ilanı”nı gayet net gördü ve “davetiniz kabulümüzdür” diyerek sokaklara çıktı. Kadıköy'de polis barikatlarını yıkarak girdiler eylem alanına: “Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz!” Meydan okumanın sloganı buydu şimdilik!

Diğer taraftan Boğaziçi öğrencilerinin boykot ve gösterileri, öğrenci gençlik cephesini ateşlemeye yetti. Israrla direnişten vazgeçmeyen, baskılara boyun eğmeyen öğrenciler, polis saldırılarına göğüs gerdi. Gözaltılar, gözaltı protesto eylemlerine polis saldırısı ve yeni gözaltılar, aleni işkence, tutuklamalar, yeni tutuklama tehditleri... kar etmiyor. Dinci faşizmin her saldırısı daha kararlı eylemlerle karşılanıyor. Üniversite kampüsü, Çağlayan Adliyesi, Kadıköy İskele Meydanı... her yer öğrencilerin baş eğmez eylemlerine sahne oluyor.

Yoğun bir saldırı altındaki Kürt halkının yüz binlerle kutladığı görkemli Newroz eylemlerini, alabildiğine geniş bir alana yayılan işçi eylemlerini, yoksul kitlelerin homurtulu öfkelerini unutmayalım. Dinci faşist iktidarın onca propaganda aracıyla “çarpıtmaya” çalıştığı gerçek kutuplaşma budur. Toplumun gerçek “demokrasi güçleri” ile sermayenin faşist diktatörlüğü arasındaki gerçek bölünme, gerçek cepheleşme budur. “Demokrasi güçlerini bir araya getirmek” dendiğinde akıllarına salt burjuva siyasal güçlerle ittifak kurmak gelenlere tekrar tekrar hatırlatmamız gereken tablo budur.

Sermaye sınıfı kesin olarak topyekun bir faşist diktatörlüğü inşa etmeye çalışıyor. Alman Nazizmini, İtalyan Faşizmini örnek alan bir faşist diktatörlük arzuluyor. Faşist devlet ve iktidarlar eliyle bugüne değin ne Kürt halkının özgürlük mücadelesini durdurabildiler, ne işçi ve emekçilerin başkaldırılarını. Nihayetinde bu sert sınıf mücadelesi ve iç savaş, sermaye sınıfını dizginsiz bir faşist diktatörlük kurma sürecine sürükledi.

Burada bir kez daha görüyoruz ki, burjuvazi bir yöntemden diğerine kendi istek ve keyfine göre değil, toplumsal koşulların, kendi varlık koşullarının zorlaması sonucu geçiyor. İkinci olarak, bu “yöntem değişikliği”, öyle güle oynaya gerçekleşmiyor. Her siyasal dönüşüm ciddi kapışmaları, alt edilmesi gereken “sürtünmeleri”, direnişleri vb. kapsıyor. Dinci faşist iktidar eliyle uygulamaya koydukları bu yönelim de, her adımda sert çatışmalarla ilerliyor. Yukarıda sadece son birkaç günde gerçekleşenlere değindik. Gerçekte liste çok daha uzun.

Emperyalist tekellerin ve Türk tekelci sermayesinin aktif destek ve isteğiyle bu yolda ilerleyen dinci faşist iktidar karşısında “tüm demokrasi güçlerini birleştirmek” gerçekten önemlidir. Bu konuda genel bir ağız birliği oluşmuştur devrimci-demokratik hareket içinde. Fakat işin özüne gelindiğinde arada uçurumlar olduğu hemen göze çarpmakta.

“Demokrasi güçleri” derken herkes körün fili tarif etmesi gibi betimliyor siyasal aktörleri. Çünkü her şeyden önce “demokrasi” kavramının kendisi farklı tanımlanıyor. Oysa demokrasi dediğimiz şey, sınıflar üstü bir kavram değil. Burjuva demokrasisi, proleter demokrasi olmak üzere kapitalist toplumun iki karşıt temel sınıfı için iki ayrı ve taban tabana zıt demokrasi söz konusu. İkincisi, 19. yüzyıla ait burjuva demokrasisi kavramı, emperyalist dönemle birlikte yerini sermayenin siyasal gericiliğine bırakmıştır. 20. yüzyılda şu ya da bu oranda kalıntı düzeyinde var oldu kimi kapitalist toplumlarda. Günümüzde ise kalıntısı bile söz konusu değil. Tüm kapitalist toplumlar için demokrasi, bir devrim sorunu haline geldi.

Türk kapitalizmine gelince, doğuşundan itibaren gerici kanlı bir diktatörlük idi onun siyasal biçimi. 12 Mart ve ardından 12 Eylül askeri faşist darbeleri sonucu faşist biçim aldı ve kurumsallaştı. Sermaye sınıfının tüm partileri, bu siyasal biçimin temel aktörlerindendir. Topyekun bir faşist diktatörlüğün inşası süreci oluşundan hareket ederek tekelci sermaye sınıfının siyasal partilerinin bu yönelime karşı “demokrasi güçleri” arasında olabileceğini düşünmek, tarihsel ve toplumsal gerçekliğe terstir.

Dinci faşizme ve faşist diktatörlüğe karşı demokrasi mücadelesinden bahsedeceksek, emekçi yığınlar açısından demokrasiden (“halk demokrasisi” ve “proleter demokrasi”) bahsetmemiz gerekir. Başka bir ifadeyle, “demokrasi güçlerinin birliği” demek, devrim güçlerinin birliği demektir. İhtiyaç budur.

Şu halde gerçek “demokrasi güçlerinin birliği”ni sağlamak, birleşik devrimin odağı olma yolundaki güçlerin öncelikli görevlerindendir.