Her şey hesaplı kitaplı adımlarla yapılıyor. Bazen ürkek, tedirgin girişimler... bazen yoklama adımları... bazen “erken öten ortak”ın nabız yoklama açıklamaları... Ama sonuçta hepsi bir yönelişin aşamaları... Tıpkı HDP’li vekiller hakkında art arda düzenlenen fezlekeler, düşürülen vekillikler, tutuklamalar ve nihayet, parti kapatma davasının resmen yürürlüğe alınmasında olduğu gibi.

HDP konusunda hemen her yöntemi denediler. Yasa değişikliği yapıp (“değişiklikler anayasaya aykırı ama, ‘evet’ diyeceğiz” diyen Kılıçdaroğlu’nun desteği unutulmasın) eş genel başkanları tutukladılar. Belediye başkanlarını tutuklayıp kayyum atadılar. Belediye meclis üyelerini tutukladılar. Meclis’teki HDP’li vekiller hakkında sayısız fezleke düzenlediler, saçma sapan davalar açtılar. Basın yayın kuruluşları eliyle inanılmaz karalama kampanyaları düzenlediler. Ve üstelik bu konuda sadece havuzun lağımları değil, “muhalif” olanlar da görev üstlendi.

Dinci faşist iktidarın “erken öten ortağı” zehir zemberek açıklamalarla “kapatma davası açılmalı” buyurdu. Bu “ön alma adımını” düzeysiz faşist vekillerin açıklamaları izledi. RTE ve partisi “son düzlüğe” kadar bekledi. Bir dizi manevranın ardından harekete geçme kararı verildi.

Bu köşeden daha bir kaç gün önce “HDP Kapatılır mı” sorusuna şöyle yanıt vermiştik:

Peki bu en iri tekelci gruplar HDP'yi kapatma kararı verirler mi ya da daha doğrusu vermişler midir? Asıl konuşulması, tartışılması, üzerinde durulması gereken başlık budur. (....)

Dinci faşist iktidarla yola devam kararı almışlar. Bu çok açık. Fakat, kitle desteği sürekli erirken seçim kazanmak yoluyla bu nasıl olacak? İşte bu soruya yanıt olarak ilk adım, HDP'nin şu ve ya bu şekilde kapatılmasıdır. Yukarıda sözlerini aktardığımız AKP'linin ‘hem hukuki hem siyasi’ şeklindeki sözlerinin anlamı bu. HDP kapatılıp seçim yasasında dinci faşist partilerin çoğunluk elde edebilecekleri değişiklik yapılırsa başka yollara gerek kalmadan dinci faşist iktidar ayakta kalabilir. Hesap bu.

Demek ki, HDP'nin kapatılmasına kesin gözüyle bakabiliriz. Bu kapatmanın Yargıtay-AYM yoluyla ya da başka bir yolla olmasının hiç bir önemi yok. Bu, biçime ilişkin bir sorundur, öze değil.”

Bu hesap tutar mı, dinci faşist iktidar Meclis çoğunluğunu elinde tutabilir mi, yoksa bir hiç derekesine düşmüş Meclis kaldırılıp bir kenara atılır mı... bunlar, ancak pratik savaşımın sonucunda açığa çıkacak konular. Yaşayıp göreceğiz.

Siyasi miyoplar, yahut gerçekliği gönüllerinden geçenle değiştirmek isteyenler, tüm bu süreci “Saray’ın/tek adam’ın iktidar hırsı” üzerinden okuyup durdular bugüne kadar. Tüm bu planların, tüm bu yönelimin ardındaki tekelci sermaye sınıfını ve emperyalistleri görmek istemediler bir türlü.

Görmediler değil, görmek istemediler! Çünkü bu gerçeği görmek, burjuvazi ile tüm köprüleri atmak demekti. Uzlaşma kapılarının bir daha açılmamak üzere kapanması demekti. Eğer iş, yalnızca o “tek adam”a ve çevresindekilere bağlanırsa, emperyalistler ve tekelci sermaye sınıfı ile “diyalog köprüleri” açık tutulabilirdi! Bir türlü vazageçil(e)meyen uzlaşma siyaseti bunu gerektiriyordu.

Daha önce pek çok defa bu konuya dikkat çektik. Israrla vurguladık: “tek adamın/Saray’ın” istek ve iradesi ile sermayenin eğilimi kesişmiş durumdadır, hepsi bu! Tekelci sermaye ve emperyalistler, “Türkiye’yi kaybetme riski” karşısında enerjik bir baskı/diktatörlük rejimine ihtiyaç duyuyordu. RTE şahsında bunu buldular. “Her şeye rağmen ve her şeyden dolayı” bugüne kadar onun arkasında durdular. Yani “demokrasi karşıtı” tüm bu adımlar, emperyalistlere ve tekelci sermaye sınıfına rağmen atılmıyor. Tam tersine, bizzat onların (en azından) göz yummasıyla, hatta doğrudan onayıyla atılıyor.

Parlamentoya, hem de Türkiye’deki gibi karikatürün karikatürü bir parlamentoya, evrensel anlamda tarihin hiçbir döneminde sahip olmadığı bir önemi atfedenler, her defasında onulmaz düş kırıklıkları yaşıyorlar. O parlamento ki, bugünkü ile kıyaslanamayacak denli bir etkinliğe sahip olduğu 1968’de TİP’li vekil Çetin Altan’ın konuşmasına tahammül edemeyip linç etmekle karşılık vermiştir. 1994’te, henüz bugünkü kadar “hiçleşmemişken”, DEP’li vekillerin varlığına tahammül edememiş, polis zoruyla yaka paça gözaltına aldırıp, vekilleri zindana tıktırmıştır. Bugün ise, kelimenin gerçek anlamında bir görüntüden, boş bir kabuktan ibaret olan bu parlamentoda, demokrat vekiller hakkında sayısız fezlekeler oluşturulmuş, dokunulmazlıkları kaldırılmış, vekillikleri düşürülmüş, zindana atılmıştır. Son örneği HDP’li Gergerlioğlu’nun, attığı bir tweet dolayısıyla mahkum edilip vekilliğinin düşürülmesidir.

En demokratik burjuva cumhuriyetinde bile parlamentolar, gerçek yönetim yerleri değildir. Kararlar öz olarak orada alınmaz. En iyi ihtimalle, orada onaylanır, yasal bir kılıf geçirilir. Kararların alındığı yerler tekellerin yönetim kurullarıdır, uluslararası sermaye örgütlerinin yönetim birimleridir, kulislerdir... sayısız ilişki ağıyla sermayeye çözülmez zincirlerle perçinli bürokrasinin karanlık dehlizleridir. Varın bizdeki gibi koskoca bir hiç olan, bomboş bir kabuktan ibaret olan Meclis’in içler acısı halini siz düşünün!

Uzlaşmacıların ağızlarına sakız ettiği kavramlardan biri olan “demokratik siyaset”e gelince... “Demokrasi” kavramının sınıfsal içeriğinin tümden gözlerden gizlendiği bir garip ifade bu. Bilerek ya da bilmeyerek, bununla çoğu zaman “burjuva siyaset” kastediliyor. Bildik burjuva kurumsal siyasetten başka bir siyaset bilmeyenler için “demokratik siyaset”, yasal partiler eliyle seçimlere katılmak ve Meclis kürsüsünden politika yapmak şeklinde özetlenebilir. Böyle bir siyaset yapma için kullanılacak doğru kavram, olsa olsa “yasal siyaset” olurdu doğrusu. Ve işte Meclis'te yapılan “demokratik siyaset”i dün bir kez daha gördük. Bir kez daha diyoruz çünkü, yukarıda 1968 ve 1994'ten iki örneğini verdiğimiz bu “demokratik siyaset”in sayısız örneğine tanık olmuştuk bugüne kadar.

Bilimsel ve tarihsel anlamıyla ele alındığında “demokrasi” kavramı, bir sınıf karakterine sahiptir. İşçi sınıfının, sömürülenlerin, yoksulların, ezilen halkların sınıfsal çıkarları için siyaset yürütenler açısından “demokratik siyaset”, burjuva parlamentoya endeksli bir “yasal siyaset” değil, her tür yasal imkanı kullanmayı da kapsayan, emekçi yığınların doğrudan katılımıyla yürütülen siyasettir. İşçilerin, işsizlerin, yoksulların, gençlerin, kadınların... doğrudan işi omuzladığı örgütlenmeler eliyle yürütülen siyasettir demokratik siyaset. Bunun çok zengin örnekleri, hem Kürt halkının çeşitli düzeylerdeki kitle örgütlenmelerinde, hem işçiler arasında yaygınlaşan konsey türü yapılarda, gençler arasında yaygınlaşan meclis ve forum türü oluşumlarda görülmektedir. “Demokratik siyaset” nedir, nasıl yapılır görmek ve öğrenmek isteyenler işte bu kurumlara gelmeli, bu kurumlara bakmalı.

Bütün bu örgütsel biçimler altında emekçi kesimlerin enerjik katılımıyla yürütülen siyaset, gerçek anlamda demokratik siyasettir. Soyut, burjuvaziyle uzlaşmaya dayalı bir genel “demokrasi” değil, doğrudan emekçi yığınların irade etkinliğine dayalı, gerçek demokrasidir.

Emekçi yığınların pratik mücadelesi içinde gittikçe çoğalan bu türden örgütlenmeler yaygınlaştırıldıkça, “demokratik siyaset” de gerçek sınıfsal özüne uygun olarak, alanını genişletecek, gerçek bir güç haline gelecektir.

Parlamento, “demokratik siyaset” zemini değil, en iyimser ifadeyle “siyasi gericilik” zeminidir. Bu kurum bugün dinci faşizmin gerçek yüzünü gizleyen bir asma yaprağına dönüşmüştür. Devrimci iç savaşın emekçi kitlelerde ve ezilen halklarda yarattığı bilinç sayesinde parlamentarizm hızla aşılıyor. Yığınlar henüz bilince çıkarmamış olsa da, pratikte parlamentarizmin ötesine geçiyor.

Devrimci/sol siyasi hareketler ya buna ayak uydururlar ya da bizzat kitleler tarafından aşılırlar. Dinci faşizmin HDP'yi kapatma saldırısı umduklarının tam tersi sonuçlara; kitlelerin bilincinde parlamentarizmin tamamen aşılmasına ve devrimci bir çizgiye yönelmelerine yol açacak.

Yaşam birleşik devrime akıyor!