Korku eşiğinin aşıldığı yer neresidir?

Baskı, sindirme, zulüm, tehdit... sür git etkili olabilir mi?

Bir “yeter artık” (edi bese, ya basta) anının gelip çatması mukadder değil midir? Elbette gelir çatar o an. Aksi halde, tarih denen şey, tarihte değişim ve dönüşüm denen şey gerçekleşir miydi hiç?

Madenciler haykırıyor: “Biz maden ocaklarında bıraktığımız ayaklarımızı gözlerimizi istiyoruz. Sizden korkmuyoruz... Bir tane kıçı kırık patrondan hesap sormayı beceremeyen devlet gücünü bizde sınayacak öyle mi? Öyle mi alay komutanı? Burdayız biz. Yıllarca arkadaşlarımızın bedenlerinden parçalar kopartıldı o madende, şimdi bize güç göstereceksiniz ha? Ve biz o güçten korkacağız öyle mi? Vallahi de billahi de korkmuyoruz sizden.”

Bir diğeri “Bugün gözaltına alın yarın yine geliriz, yine geliriz” diyor. Hiç çekinmeden, ürkmeden, korkmadan haykırıyor jandarma komutanının yüzüne. Madende ayağını kaybeden bir diğer madenci, tehditlere karşı öfkeyle haykırıyor: “Bizi öldürsünler, zaten yaşatmadılar ki!”

Bir esnaf “böyle yaşamaktansa gebermek daha iyi!” diye bağırıyor. Sağlıkçılar “bizi öldürerek tüketemeyeceksiniz” diye haykırıyor. Bir öğretmen “en iyi öğrencimin gözlerinde bir umutsuzluk var” diye mesaj atıyor.

Örnekler çok. Ölüm, açlık, umutsuzluk bu sesler tüm emekçi sınıflar arasında yayılıyor. Türkiye dolu dizgin o “edi bese”ye, “yeter artık”a, o ana yaklaşıyor. Gezi, bu “yeter artık”ın yarım kalan bir tecrübesiydi. Şimdi daha derinde mayalanan bir süreç yaşanıyor. Koşar adım o aşamaya gidiyoruz.

Eğer geniş halk kesimleri birbirinden bağımsız bir şekilde ama aynı dönemde böylesi çıkışlar yapmaya başlamışsa... ölüm, umutsuzluk, çıkışsızlık tırnaklarını geçirip emekçilerin yakasına yapışmışsa... artık o büyük patlamanın, öfke selinin sokaklara akmasının saati gelip çatmış demektir. Bir bahane, bir genel bahane aramaktadır toplumun üzerinde dönüp duran ayaklanma. Ve böylesi anlarda gözü kara devrimci bir atılımın tüm koşulları olgunlaşmış demektir.

Malum. Korkunç bir krizin pençesinde düzen. Hazine boş, ekonomi çöküşte. Aktif nüfusun yarısından fazlası istihdam dışı olmasına rağmen işsizlik almış başını gitmiş, gençler sistemden ve gelecekten umudunu tümden kesmiş. Kredi imkanları neredeyse tamamen tıkanmış. Mevcut krizin üstüne pandeminin binmesiyle binlerce işletme batmış. Yüz binlerce küçük esnaf göçmüş. Küçük bir azınlık dışında bütün bir toplum, çok geniş kesimler, kelimenin gerçek anlamında korkunç bir yıkımın pençesinde artık.

Hükümet partileri hızla erirken, burjuva muhalefet partileri de eriyor. Bir bütün olarak burjuva siyaset muazzam bir erezyona uğruyor. Geniş yığınların sistem dışına kendiliğinden kayması somut bir olgu olarak yaşanıyor.

Bu sistem dışına kayış, düzenden kopma eğiliminin hızlanması, sosyal reformist partilerin de altındaki zemini sarsıyor. Çıkışsızlık hissi, düzen içi çıkış umudu yaymaya çalışan bu çevrelerin güçlenme koşullarını ortadan kaldırıyor.

Sonuçta emekçi sınıflar önce kopkoyu bir umutsuzluk ve çıkışsızlık batağına saplanıyorlar. Ama bu nokta, sıçramanın gerçekleşeceği noktadır. Hiçbir toplum, hiçbir sınıf, çıkışsız ve umutsuz yüklü bir durumu sürgit devam ettiremez. Sürekli bir umutsuzluk tarihin hiçbir döneminde vaki değildir. Gelecek umut ve düşü olmadan birey ve toplum ayakta kalamaz. Karanlığın en koyu olduğu anın gün doğumun hemen öncesi olması gibi, umutsuzluk söylemlerinin, ölüm ve açlık kelimelerinin, geleceksizlik hissinin bunca yoğun olduğu aşama da, emekçi sınıfların ölümüne bir kararlılıkla ileri atılmalarının eşiğidir.

Kaybedecek şeyi olmayanların korkacak bir şeyleri de kalmaz. Korkudan cürete, umutsuzluktan isyan ve gelecek düşlerine sıçramak, sanılanın aksine son derece küçük bir adım gerektirir. Türkiye ve Kürdistan emekçileri artık bu aşamaya gelmiştir. Üstelik bu defa bizzat işçiler en öne geçmekteler. Dinci faşist iktidarın hazırlıkları, burjuvazinin bu gerçeğin tamamen farkında olduğunun işaretleridir. Görüyorlar, korkuyorlar ve önlem almaya çalışıyorlar.

“Yeter artık/edi bese” çığlığının meydanlarda yankılanacağı, karanlığın yırtılacağı an çok yakın!