6 Şubat'ta Maraş'ın Pazarcık ve Elbistan ilçelerinde birkaç saat arayla art arda iki büyük deprem oldu. 160 kilometre uzunluktaki fayı kıran depremde on il, onlarca ilçe, yüzlerce köy yerle bir oldu.

On binlerce insan hayatını kaybetti, yüz binlercesi göçük altında kaldı. Sağ ve yaralı çıkarılanlar dışında ne kadar cenaze çıkacağı da henüz bilinmiyor. Gerçek rakamların asla açıklanmayacağını söyleyebiliriz, şaşırtmaz bizi.

1999'da yaşanan Bolu-Düzce-Körfez Depremini hatırlamak, bu konuda bir fikir verecektir. Devletin resmi açıklamalarına göre 17.000 insan hayatını kaybetmişti. Ama aynı devlet, o zaman BM’den 45.000 ceset torbası istemişti. Bu depremden sonra onbinlerce insandan ölü ya da diri bir daha haber alınamadı. Büyük bir olasılıkla kimlik tespiti bile yapılmadan, kimsesizler mezarlığına defnedilenler dışında, enkaz altında kalan, hayatını kaybeden bu insanların naaşı da enkazla birlikte kaldırıldı, bir tarafa atıldı. Zaten o yıllarda zaman zaman basında yer alan haberlere göre, hafriyat dökülen yerlerde parçalanmış cesetler, insana ait uzuvlar bulunmuştu.

Benzeri bir şeyi, 2 yıl önce Kastamonu Bozkurt'ta ve yakın köylerde yaşanan sel felaketinde de gördük. Onlarca insan hayatını kaybetti, çok daha fazla insandan ise bir daha ne haber alındı, ne de cesetleri bulundu.

Deprem de, sel de bir doğa olayıdır. Doğa olaylarından sonra yaşanan böyle felaketlerden sonra bilim, hiçbir zaman suçu doğa olaylarına atmaz. Sorumluluktan kaçmak için bu olayları, felaketleri kadere de bağlamaz. 99 depreminden hemen sonra, deprem bilimciler ısrarla “deprem öldürmez çürük bina öldürür” dediler. Ve halen de farklı biçimlerde aynı şeyi söylemeye devam ediyorlar.

Bingöl-Karlıova'dan başlayan fay hattı, Elazığ'a kadar kırıldıktan hemen sonra yani Elazığ depreminden sonra deprem bilimciler ısrarla Maraş'ı işaret ettiler. Hatta 2 yıl önce hazırlayıp hükümete verdikleri bir raporda, bu depremin merkez üssünün neresi olacağını ve depremin kaç şiddetinde vuracağını da tam isabette belirtmişlerdi. O günden sonra da ısrarla Maraş'a dikkat çekmeye ve tedbir alınması gerektiğini söylemeye devam ettiler, ama nafile.

Yeri gelmişken belirtelim, bilim insanları 99 depreminde Bolu'dan Kocaeli'ne kadar kırılan Kuzey Anadolu Fay Hattının orada bitmediğini, 35 yıl içerisinde devamının da kırılacağını, 7'den daha şiddetli bir depremin İstanbul'u vuracağını söylediler. Yani İstanbul-Tekirdağ-Çanakkale hattına dikkat çektiler ve bu konuda tedbir alınması gerektiğini söylediler. Üstelik yaptıkları çeşitli çalışmalarda bu tedbirlerin neler olacağını, nasıl alınması gerektiğini de açık açık yazdılar, raporlar haline getirip hem hükümete sundular, hem de kamuoyuna açıkladılar.

Bugün Maraş merkezli bu depreme ve Diyarbakır'dan Hatay'a, hatta daha ötelere Halep'ten Lazkiye’ye kadar uzanan bu büyük felakete kader diyenler, 99 Körfez Depremi olduğunda muhalefetteydiler. Ve o zamanki hükümetin suçu doğa olaylarına ve kadere yüklemelerine bütün güçleriyle karşı çıkmış, hükümeti sorumlu tutmuşlardı. Hükümetler değişti, ama hiçbir şey değişmedi Bugün de aynı şey yaşanıyor. RTE ve hükümet yetkilileri yaşanan felaketi “kader planına” bağlıyor, suçu doğaya, sorumluluğu kadere yüklemeye çalışıyorlar; muhalefet partilerinin tamamı da tıpkı 99 Depremi’nde olduğu gibi hükümeti sorumlu tutuyor, tedbir almamakla suçlayıp eleştiriyorlar.

Büyük ihtimalle önümüzdeki 10 yıl içinde beklenen İstanbul merkezli deprem yaşanacak, eğer durumda köklü bir değişiklik olmazsa İstanbul depreminden sonra da aynı şeyler yaşanacak; onbinlerce hatta yüzbinlerce insan hayatını kaybederken, o günün hükümeti de sorumluluğu deprem denen doğa olayına ve kadere yüklemeye çalışacak; muhalefettekilerse suçun ve sorumluluğun hükümette olduğunu söyleyecek; yapılması gerekenleri yapmadığını, tedbir almadığını ekleyerek yerden yere vurup eleştireceklerdir.

Öyleyse şunu sormak gerekiyor: Suç kimde? Bu kadar yıkımın, ölümün sorumlusu kim? Bu felaketler karşısında kimi suçlayacak, kimden hesap soracağız?

Söyleyeceğimizi hemen söyleyelim, suçlu kapitalizmdir; kapitalizmin egemen sınıfı burjuvazidir, burjuva devlettir. Burjuvazinin yakasına yapışacak, burjuvalardan ve burjuva devletten hesap soracağız.

Hükümetler, belediyeler, konut alanları olarak bazı arazileri yerleşime açarken, zemin etüdü yapmaktan, binaların sağlam zemin üzerine inşa edilmesinden çok, buradan gelecek rantı düşünür. Göz göre göre tarım alanları sel yatakları, fay hatları üzerine binalar, evler, okullar, rezidanslar, yollar, havaalanları yapılmasına izin ve ruhsat verirler.

İnşaatlarda deniz kumu, tuzlu kum ve su kullanırlar, kullanılması gereken demir ve çimentonun miktarı azaltılır çalınır; daha geniş kapalı mekanlar, dükkanlar, salonlar için ya olması gerekenden daha az taşıyıcı kolona bindirirler yükü ya da sonradan zemin katlardaki bazı kolonları keserler.

Çünkü kapitalizmde burjuvazi, bağımsız bir üretici güç olan bilimi kendi denetimi altına almıştır; bilimin, bilim insanlarının söylediklerini, uyarılarını, karlarını azaltacağı için kulak arkası eder, görmezden duymazdan gelir.

Sonra depremler kentleri kasabaları yerle bir ettiğinde, yollar-köprüler çöküp, viyadükler yıkıldığında; seller dere yatağındaki evleri, okulları, köprüleri sürükleyip götürdüğünde, burjuva sınıfın çeşitli sözcüleri, en başta da işbaşındaki hükümetleri ya doğayı suçlar ya da sorumluluğu kadere yükler, kendilerini ve adına konuştukları burjuva sınıfı aklamaya çalışırlar.

Çünkü yaşanan felaket bununla sınırlı kalmaz. Asıl felaketler arkadan gelir. Çünkü sel ve deprem gibi felaketler, en çok emekçi sınıfı, küçük mülk sahibi halk sınıflarını vurur Bu kesimler ellerindeki bütün birikimlerini ve işlerini yitirirler.

Deprem ilk anda işini, evini, iş yerini, dükkanını; küçük mülk sahibi esnafın üretim ve geçim araçlarını yıkıp yerle bir etmiştir. Hükümetler ve vicdanın sesini bastırmak isteyen “hayırsever” burjuvalar, bu felaketler yaşandıktan, yıkımlar olduktan sonra canları dışında her şeyini kaybeden felaketzedelere bir miktar para vereceklerini, yeni konutlar yapacaklarını, zararlarının karşılanacağını vb. vaat ederler. Ama bunların çok azı yerine getirilir. Depremden zarar gören halka verilmek üzere toplanan yardım paraları bütçe açığını kapatmak için kullanılır. Devletin diğer harcamaları bu paralardan karşılanır vb.

Van depreminden, Diyarbakır-Buca depreminden, Elazığ depreminden, İzmir depreminden sonra vaat edilenlere ve hala ev bekleyen, ömür boyu ödemeye çabalayacakları borçların altına giren depremzedelere bakın, söylemek istediklerimizi en açık biçimi ile görür anlarsınız.

Bu felaketlerden sonra geriye kalanların bütün gayreti, bütün çabası yeniden kendi ayakları üzerinde durabilmek, başını sokabileceği bir konut bulmak ve yeniden yaşamını devam ettirebilecek bir gelire sahip olabilmek içindir. Onların bu umutlarından bile kar etmek isteyen müteahhidinden bankasına, burjuva sınıf onları borçlandırır; kalan umutlarını da sömürüp söndürür. Artık onları bekleyen yokluk, yoksulluk ve sefalet içinde bir yaşamdır. Onları bekleyen, canlarını zor kurtardıkları her şeylerini yitirdikleri bu felaketten sonra gelecek olan, kapitalizmin felaketleridir.

Marx, burjuvazi için “gölgesini satamadığı ağacı keser” diyordu. Tam da bu ifadede kastedildiği gibi, burjuva sınıfın kar, daha çok kar diyerek yol açtığı bu yıkımların önüne geçmek için, kapitalizmi yıkmak, burjuva toplumu ve burjuva devleti bu fayların içine gömmek gerekiyor. İnsanın bu felaketleri bir daha yaşanmaması için, doğayla daha uyumlu, bilinçli bir yaşam kurabilmesi için kapitalizme son vermesi, bilimin ışığında yeni ve daha ileri bir toplum olan sosyalizme geçmesi gerekiyor.

İnsanlık kapitalizme son verip, sosyalizme geçmedikçe kapitalizmin başlarına açacağı daha pek çok felaketle karşılaşır, karşılaşacaktır. Öldüren, yıkan, felaketlere neden olan doğa olayları, depremler değil, kapitalizmdir; kardan başka hiçbir şey düşünmeyen sermayeye dayalı bu üretim sistemidir.

Özgür Güven