Türkiye’de burjuvazi iktidarı ele geçirip kendi sınıf egemenliğini kurarken, bütün dünyada olduğu gibi, eski toplumun artıklarını, kalıntılarını temizlemeye, ortadan kaldırmaya hiç yönelmedi.

İşçi sınıfından duyduğu korkuyla, eski toplumun artıklarıyla ittifak kurdu. İşçi sınıfını sosyalist fikirlerden uzak tutmak için başta dinci gericilik olmak üzere bütün gerici yöntemlere dört elle sarıldı. TC'nin kurucu partisi olarak CHP, şimdilerde “Diyanet İşleri Başkanlığı'nı biz kurduk” diye övünüyor. İşçi sınıfının yoluna döşediği mayınlara, diktiği gerici engellere rağmen işçi sınıfı içinde sosyalist fikirlerin yayılmasına da işçi sınıfının devrimci mücadeleye yönelmesine de engel olamadı.

Sosyalist fikirlerin işçi sınıfı saflarında kök salmaya başlaması ve devrimci mücadelenin gelişmesi, devrimin yükselişi karşısında tekelci burjuvazi her zaman devlet terörüne, baskı ve zora başvurdu. Ancak bu genel belirlemenin ötesinde, bugün burjuvaziden söz ederken, genel olarak burjuva sınıftan ya da burjuva egemenlikten değil, günümüz koşullarının karşılıklı sınıf ilişkileri içindeki burjuvaziden söz ediyoruz. Burada, emekçi sınıfın aşırı ve yoğun çalıştırılmasıyla elde ettiği artı-değer ve rant sayesinde tam bir asalak yaşam süren; başkaldıran proletarya ve halkların ayaklanmalarını bastırmak ve sömürünün devam etmesini sağlamak için bütün gerici, faşist yöntemlerle emekçi sınıfa ve halklara saldıran pratik toplumsal faaliyet içindeki burjuva sınıftan ve onun egemenlik aygıtı olan faşist devletten, dinci faşizmden söz ediyoruz.

İşte bu burjuvazi, şimdi kendi sınıf egemenliğini sürdürmek amacıyla daha da yoğunluk kazanan, artan, şiddetlenen baskı ve saldırıların yanında, kesintisiz olarak maddi ve ideolojik yeni yeni yöntemler, argümanlar arıyor, kullanıyor. Kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası nedeniyle bizdeki kriz daha derin ve yapısaldır. 60’lı yıllardan beri süregelen bu yapısal kriz, kapitalizmin dünya bunalımıyla tam bir ekonomik yıkıma doğru hızla ilerliyor. Büyük çöküş kapıda. Tekelci sermayenin işbaşındaki dinci faşist iktidarı, bütün bu gerçeğin üzerini örtmek, kitleleri aldatmak için, yalan üstüne yalan söylüyor; “dış güçler” diyor, “dünya bizi kıskanıyor, yolumuzu kesmeye çalışıyor” diyor. Bunlar yetmeyince başka başka yalanlara, argümanlara başvuruyor. Üstelik bunları sadece kendi kültürel altyapısından, birikiminden aramakla yetinmiyor, sosyalizmin kültürel birikiminden aşırıp çarpıtarak kullanıyor; her türlü karşı-devrimci, halk düşmanı projeyi “devrim niteliğinde reformlar” diye pazarlamaya çalışıyor.

Oysa proletarya -komünistler- kendi amaçlarını hiçbir zaman gizlemediler, gizlemezler. Bu amaç, politik ve ekonomik bütün iktidarı ele geçirmek, iktidarın gücüne dayanarak sınıfları ortadan kaldırmaktır. Yani proletarya sadece politik iktidarı ele geçirmekle yetinmez, yetinemez. Eski topum olan kapitalizmden ve burjuva toplumdan geriye kalan, tarihsel ömrünü doldurm ne varsa hepsini ortadan kaldırır, zaferini tamamlar. Proletarya asıl amacı olan sınıfsız topluma ancak sermayeye dayalı bu üretim sistemini ve buna bağlı olan toplumsal ilişkilerin tamamını tasfiye ederek, toplumsal üretimi ve toplumsal yaşamı sosyalist ilkeler temelinde yeniden örgütleyerek erişebilir.

Bireyin hak ve özgürlükleri üzerinde yükseldiğini iddia eden burjuva toplum çelişkilerle gelişen bir toplumdur. Bu toplumda anayasalarla, yasalarla korunduğu öne sürülen hak ve özgürlükler, hiçbir zaman gerçek hayatla uyumlu değildir. Bireylerin yasalar karşısındaki biçimsel eşitliği, aslında gerçek hayattaki eşitsizliklerin üstünü örten bir örtüdür. Her ne kadar sınırlı ve güdük olsa bile, kadının biçimsel eşitliği, güya yasalarla sağlanmış, güvence altına alınmıştır. Oysa gerçek yaşamda ekonomik, politik, toplumsal yaşamda hiçbir zaman böyle bir eşitlik olmadı. İş yaşamından eğitime, sokaktan eve kadar hiçbir yerde kadın erkekle eşit olmamıştır. Tam tersine toplumsal yaşamın bütün alanlarında kadın ikincil konuma itilmiştir. Bütün burjuva dünyada kadınlar her zaman cinsel ve sınıfsal olarak baskı altına alınıp sömürülür; taciz, tecavüz ve şiddet adeta onun yaşamının bir parçasıdır. Üstelik yasalardaki bu biçimsel eşitliğin bir devamı olarak gündeme gelen İstanbul Sözleşmesi bile dinci faşist iktidar tarafından yırtılıp atıldı, yok sayıldı.

Aynı şekilde işçiler için de güya yasalarla sağlanan biçimsel bir eşitlik vardır. Ama gerçek hayatta bu hiçbir zaman olmamıştır. Ücretli kölelik, toplumsal yaşamın bütün alanlarında belirgin bir ayrım-karşıtlık yaratır. Konut, barınma, eğitim, sağlık, gıda gibi en temel yaşamsal ihtiyaçların karşılanmasında bile bu biçimsel eşitliğin kırıntısına rastlanmaz. Kadın işçinin analığı, erkek işçinin babalığı burjuvalar tarafından kendilerine karşı bir silah olarak kullanılır. İşsizlik ve açlıkla boyun eğdirilip teslim alınmaya çalışılır. Aşırı çalışma, iş cinayetleri, iş sırasında sakatlıklar, meslek hastalıkları bir işçinin yaşamının ayrılmaz birer parçasıdır. Gerçek yaşam eşitlik üzerine değil, sınıfsal karşıtlık ve çelişki üzerine kuruludur, sömürü üzerine kuruludur. Ezilen ve sömürülen kitleler bu çelişkileri kavrayarak yüzlerini devrime döner, devrime yönelirler.

Bugün en vahşi biçimde ezilen ve sömürülen emekçi sınıf ve halklar, birbiri ardına patlayan isyanlar ve ayaklanmalarla burjuva sınıfın egemenliğini dinci faşist iktidarı temellerinden sarsıyor. Ancak kendi istedikleri yaşamı özgürce kurmak, kendi kaderlerini ellerine almak için burada durmamalı, sınıf mücadelesini sonuna kadar götürerek emeğin iktidarını kurmalı, devrimi zafere taşımalılar.

Devrim, devrimci komünist partiye, öncüye bağlı bir olgu değildir. Devrim, birbirine karşıt sınıfların karşılıklı konumlanışlarına, güç ilişkilerine bağlı olarak gelişip güçleniyor. Burjuva toplumun nesnel çelişkileri, dünya bunalımı, pandemi, işsizlik, derinleşen açlık ve sefalet her gün daha çok kitleyi devrim saflarına doğru itiyor. Bütün bu çelişkiler ve yaşananlar devrimi besleyip güçlendiriyor. Burada devrimci öncünün görevi, koşulları değerlendirerek kitleleri sonuna kadar gitmeye teşvik etmek, devrim yapan kitlelere yardım ederek, devrimi zafere taşımalarını sağlamaktır.

Bir devrim, halk kitlelerinin, emekçi yığınların, ezilenlerin ve sömürülenlerin bütün güçlerini ve olanaklarını harekete geçirmeleriyle gerçekleşir. Devrim, ne seçimler, ne uzlaşmacı reformist hareketin mızmızlanmaları, şikayetleri ve protestodan öteye geçmeyen eylemleri değil, halk kitlelerinin, emekçi sınıfın devrimci mücadelesi, bütün güçlerini ve olanaklarını bu amaçla harekete geçirmeleriyle başarılabilir. Burada sorun, devrimci komünist öncünün bu potansiyel gücü pratik eyleme seferber etmenin, harekete geçirmenin yol ve yöntemlerini bulmasında, kitlelerin olanaklarını devrimci sınıf mücadelesinde değerlendirme yeteneğini gösterebilmelerindedir. Şimdi küçük burjuvalar gibi mızmızlanma şikayet etme zamanı değil, şimdi devrim zamanı, halk kitlelerini harekete kazanma zamanı.

Özgür Güven