Gezi Davası adıyla bilinen davada avukatlara ve çevrecilere verilen cezalar, asla kabul edilemez. En başta bir halk hareketinin, bir halk ayaklanmasının, gerçek bir tarihsel hareketin egemenler tarafından yargılanması, mahkeme konusu yapılması kabul edilemez.

Ayrıca, burjuva hukuk normları içerisinde bile hukuki bir kılıf bulunamayacak olan bir davanın böyle ağır cezalarla sonuçlanması kabul edilemez. Bu dava, olsa olsa hukuk fakültelerinde bir davanın, bir yargılamanın nasıl yürütülemeyeceğinin, nasıl yapılamayacağının örneği olarak ders konusu yapılabilir.

Biliyoruz ki, bu davada verilen kararın, bu kadar ağır cezaların nedeni ne hukuk, ne de Taksim Dayanışması olarak yargılanan hukukçuların ve çevrecilerin herhangi bir suç işlemeleridir. Bu davada verilen ağır cezalar, esas olarak Gezi Halk Ayaklanmasına verilmiştir.

Kapitalizm, her şeyden önce sınıflı bir toplumdur. Sermayenin egemenliği gerçekleşmiştir. Günümüzde ise bir avuç tekelci sermaye, egemenliğini diğer sınıf ve katmanlara dayatmış, kabul ettirmiştir. Bu egemenliği salt ekonomik güçle değil, politik güçle de, yani zorla, baskıyla, devlet şiddeti ve terörüyle kabul ettirmiştir ve aynı yöntemlerle de sürdürmektedir. Yani baskı ve terör kapitalizmin doğasında vardır. Tekelci sermaye, sermayeye dayalı bu üretim sisteminin ve kendi sınıfsal egemenliğinin, emekçi sınıf tarafından tehdit edildiği her yerde ve her zaman, emekçi kitlelere karşı baskı ve teröre başvurmaktan hiç çekinmedi, hiç çekinmez. Bunu en açık, en bariz biçimiyle, bu düzenin sahiplerinin egemenliğini sarsan, tehlikeye atan Gezi Halk Ayaklanması sürecinde hepimiz gördük, yaşadık.

Burjuva sınıf, egemenliği tehlikeye girdiğinde, devleti ve hükümetiyle nasıl sınırsız bir teröre başvurabildiğini gösterdi, en utanmaz, en vahşi, en hayasız biçimde, egemenliğini elinden kaçırmamak için neler yapabileceğini sergiledi. Bu dönemde işkence, baskı, terör ve vahşet, daha önceki dönemlerde olduğu gibi polis merkezlerindeki işkenceli sorgularda, başta 19 Aralık 2000 olmak üzere zindan katliamlarında, askeri faşist cunta dönemlerinin sorgu merkezi yaptığı kışlalarda, idam sehpalarında, uzun iç savaşın en açık ve en şiddetli boyutlarda sürdüğü Kürdistan’ın dağlarında, köylerinde, kentlerinde kalmadı, Gezi Halk Ayaklanmasıyla birlikte sokaklara, parklara, şehir meydanlarına çıktı; 8 insan sopalarla, gaz bombalarıyla, plastik mermilerle, tomalarla katledildi; yüzlercesi yaralandı, sakat bırakıldı.

Burjuva sınıf, kapitalist uygarlığın parlak yanını vitrinlere çıkarmayı çok sever. Ama aynı kapitalist uygarlığın sistematik işkence, katliam, soykırım, vahşet ve dehşetle dolu terörist yüzünü göstermeyi hiç istemez. Oysa kapitalizm, tam da bu gösterilmek istenmeyen en barbar, en vahşi yöntemler üzerinde yükselmiştir. Burjuvazi, dünyayı bu yöntemlerle ele geçirip egemenliğini kurdu, kabul ettirdi. Kapitalist uygarlığın bu yüzü olağan zamanlarda pek görülmez. Burjuvazinin sınıf egemenliği tehlikede değilse, işler olağan yöntemlerle normal olarak sürdürülebildiği sürece, burjuva devlet de normlarla, kurallarla işleyen bir özellik gösterir. Ama ne zamanki egemenlikleri emekçi yığınlar tarafından tehdit edilmeye, ayaklarının altındaki toprak kaymaya başlar, işte o zaman kapitalist uygarlığın diğer yüzü, terörist yüzü bütün kuralları ve normları bir yana iterek ortaya çıkar, en utanmaz, en hayasız vahşetiyle emekçi sınıfı, proletarya ve halkları katliamdan geçirerek, işkenceyle, zulümle, sınırsız terörüyle başkaldırıyı bastırmaya, emekçi sınıfa boyun eğdirmeye çalışır.

Gezi, bir Paris Komünü ya da Şanghay Komünü değildi. Ama kapitalizme ve burjuva topluma karşı bu topraklarda yaşanan bugüne kadarki en büyük ayaklanmaydı. Ne büyük sermaye, ne de onun iş başındaki dinci faşist iktidarı bunu hiç unutmadı. Gezi Ayaklanmasına karşı, ilk günden bu yana tam bir sınıf kiniyle davrandılar. Sermaye, kendisine ölümü gösterenleri asla unutmaz, asla affetmez. Şimdi de böyle davranıyor.

Gezi Halk Ayaklanmasının daha ilk günlerinde, Taksim Dayanışmanın kendisini hem hak etmediği hem de hiç istemediği bir konumda, ayaklanmanın merkezinde, bütün ayaklanmacıların gözünü diktiği yerde bulduğunu söyledik. Yaşananlar bunu doğruladı: Taksim Dayanışması tipik küçük burjuva tutumu sergiledi. Sınıflar savaşımının en kritik anında, ayaklanma bütün kentleri sardığında gerçeklere gözlerini kapadılar; “bu bir ayaklanma değil, bu bir isyan değil, bu sadece bir protesto eylemi” dediler. Dinci faşist iktidar durumu anında gördü, kavradı; onları masaya çağırdı. Koşa koşa gittiler. Onlar masada görüşürken dinci faşizm gücünü toplamaya, Taksim’e ve Gezi Parkına saldırmaya, ayaklanmanın merkezini dağıtmaya hazırlanıyordu.

Ayaklanma yenilmedi, ama geri çekildi. Zira Taksim Dayanışması onları daha ileri götüremedi. Ayaklanmacılar bunu gördüler ve geri çekildiler; park forumlarında, mahalle forumlarında durumu değerlendirmek ve ne yapacaklarına karar vermek üzere geri çekildiler. Ama küçük burjuvazi, bu forumlarda da inisiyatifi ele geçirdi, forumlar boş konuşmalarla sürdürüldü.

Ayaklanma geri çekildiği, yenilmediği için dinci faşizm uzun yıllar Taksim Dayanışmasına dokunmadı, dokunmaya cesaret edemedi. Ama sürekli olarak ayaklanmacıların ve Taksim Dayanışmasının tepkilerini ölçmeye, durumu anlamaya çalıştı. Bu yıllar içerisinde ayaklanma sırasında öne çıkan komünistleri, devrimcileri çeşitli davalarda onlarca yıl hapse mahkum etti. Taksim Dayanışması, Brecht’in şiirindeki papaz gibi, komünistler, devrimciler tutuklanıp onlarca yıl hapis cezalarına çarptırılırken görmezden geldi, hiç sesini çıkarmadı.

Abel Rey’in bir yüzyıl öncesinden söyledikleri kulaklara küpe olsun: “Bugüne kadar biricik özgürleşme aracımız (isyan bn) olmuştur. İçinde hürriyeti bulup tanıyabildiğimiz biricik form da gene isyan olmuştur.” (Aktaran Lenin, Felsefe Defterleri)

Siz “ayaklanma değil”, “isyan değil” de deseniz, inkardan deagelseniz, Taksim’de ve her yerde “özgürlüğün, pınarından” alınan o bir yudumun, o bir nefes özgürlüğün nedeni Gezi Halk Ayaklanmasıydı.


Özgür Güven