Her insan kendi çağının insanıdır; kendi çağının yetersizlikleriyle zayıflıklarıyla, darlıklarıyla ve kısıtlamalarıyla düşünür, hareket eder. Tarihte hiçbir matematikçi diferansiyel hesabı anlayamazdı.

Sonsuz küçüklüğün içindeki değişken büyüklük antik çağda da feodal çağda da bütün toplumların düşünce ufkunu aşıyordu. Kati ve sonlu olarak bilinen, statik ve değişmez olarak görünen ne varsa, bugünün bilimsel bilgisi ışığında artık, hepsinin görünürdeki o durağanlığının ardındaki hareketi, sonsuz küçüklükte ve hiç kesintisiz süren devinimi biliyoruz.

Antik çağda da feodal çağda da doğasıyla toplumuyla dış dünya statik durumda, değişmez bir şey olarak görüldü; asla değişim-dönüşüm içindeki bir hareket süreci olarak algılanmadılar. Bu tarihsel engel her yerde ve bütün toplumlar için geçerliydi. Bu engeli aşmak, dış dünyadaki değişimi ve kesintisiz hareketi algılamak, ancak diyalektik materyalizmle mümkün hale geldi. Bütün tarih boyunca varolan bu büyük ekonomik-toplumsal-düşünsel engel, yeni olan her şeyin önünde dikildi. Daha düne kadar en iyi araştırmacılar, bilim insanları bile kendi çağlarının tarihsel-toplumsal koşullarından kaynaklanan bu engele takılıp düştü; düşmediyse bile tökezledi, sakat-eksik bir görüş ortaya koyabildi ancak. Her şeye rağmen bu engelleri aşmayı başarabilenler yeni fikirler ortaya koyabildiler. Aslında bu yeni fikir, o fikri geliştirip ortaya koyanlar farkında olsalar da olmasalar da nesnel koşulların bir sonucu olarak doğmuştur.

Yeni olanın önceleri sisli-puslu olması, net olarak görülüp algılanmaması doğaldır. Zira yeni olan henüz kendisini tüm yönleriyle geliştirip tam olarak ortaya koymamış, açığa çıkmamış olabilir. Buna rağmen kimi öngörüler, fikirler akla gelir, gelmiştir. İnsan bilinci gelmekte olanı, yeni olanı, kendisini henüz tüm yönleriyle belirginleştirip göstermeden de algılayıp bilince çıkarabilir; gelişimin, hareketin yönünü öngörüp aydınlatabilir. Çoğu kez yeni olanı görüp algılayanlar olmuş, ama tarihsel-toplumsal engeller nedeniyle bu fikirlerini sonuna kadar geliştirip hayata geçirememişlerdir. Gelmekte olanın, yeninin kendisini henüz tüm yönleriyle ve nesnel olarak göstermediği koşullarda çağını aşan bazı fikirler ortaya konsa bile hayata uyarlanması mümkün olmamıştır. Marx, insanlar önlerine ancak çözebilecekleri sorunları koyarlar derken bunu vurguluyordu.

Tarihte yeni olanın kendisini henüz tüm yönleriyle ortaya koymadığı bu dönemler çağ dönümü dönemleridir. Eski olan çürüyüp dökülürken, yeni olan, gelmekte olan tıpkı bir çiçek gibi her gün boy vermekte, açmakta, gelişip güçlenerek kendini çok çeşitli olayların ve olguların içinden göstermektedir. İşte yeni bir toplum olan sosyalizm de şimdi çözülüp çökmekte olan kapitalizm içinde gelişiyor; her fırsatta, her olayda çeşitli biçimlerde kendini gösteriyor.

Feodalizm koşullarında doğup gelişen kapitalizm zafere yürürken de durum böyleydi. Kapitalizm, bütün toplumsal ve ekonomik yaşamı rekabetin düzenleyeceğini, rekabetin her şeye kadir olduğunu ve insan için en yararlı sistem olduğunu öne sürdü. Oysa ekonomiye ve toplumsal yaşama egemen olan rekabet değil, sermayeydi; rekabet, sadece sermaye birikiminin bir işleyiş biçimiydi. Marx bunu açığa çıkarıp gösterdi. Zaten tekelci kapitalizm bunu bütün çıplaklığıyla gözler önüne serdi; tekelcilik rekabetçi kapitalizmin yadsınması üzerinde gelişti. Bu sefer tekelcilik kadiri mutlak ilan edildi, insanlık için en yararlı sistem olduğu öne sürüldü. Aslında durum çok farklıydı. Kapitalizm koşullarında üretim ve ekonomik işleyişi hiçbir zaman bütün insanların ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlamadı. Kapitalizmin amacı her zaman artı-değer sömürüsü ve sermaye birikimi oldu: Kapitalizm koşullarında bütün üretimin de ekonomik süreçlerin de motoru buydu. Bu işleyiş, kapitalist toplumdaki bütün çelişki ve çatışmaların temeli olduğu gibi, onları derinleştirip sertleştiren asıl olgudur.

Kapitalizmin gelişim sürecinde giderek artan ve yoğunlaşan makineli üretim, tekelci kapitalizmin egemenliğiyle birlikte teknolojinin her şeye kadir olduğuna dair bir yanlış bilinci daha topluma kabul ettirmeye yöneldi. Oysa bu süreç kapitalizmi geliştirip sermaye birikimini artırırken, aynı zamanda kapitalizmi aşmanın maddi koşullarını da olgunlaştırmış; yeni bir topluma geçiş için gereken maddi ve ideolojik güçlerin birikimini de sağlamıştı. 20. yüzyılda önce tek ülkede doğan sosyalizm kısa sürede bir dünya sistemine büyüdü. Bu durum karşısında tekelci kapitalizm, bütün topluma teknolojinin egemenliğini dayattı; bütün gücü ve bütün olanaklarıyla yüzünü yeni toplum olan sosyalizme dönen, dönmeye başlayan emekçi sınıfı yeniden kapitalist sisteme entegre etmeye, kitlelerin (ve tabi ki üretici güçlerin) sermayeye ve burjuva topluma başkaldırmasını önlemeye çalıştı.

Sanayi ve tarımdan sonra tüketim, eğlence, kültür, sanat, eğitim ve kişisel ilişkiler de dahil toplumsal yaşamın bütün alanlarında kontrolü ele geçiren tekelci sermaye, bütün bu alanları da “piyasa koşullarına” göre düzenledi. “Bireyin özgürlüğü” diye yola çıkan kapitalizm, bütün bireyleri “piyasa koşullarının” yani sermayenin tutsağı haline getirdi. Bu süreçte alkol, uyuşturucu, seks de dahil her türlü maddi araçla birlikte din de dahil bütün ideolojik argümanları hizmetine koştu. Gelişkin burjuva toplum koşullarındaki modern günlük yaşam, düzenin değişmez doğasına dair inancı ve ideolojiyi pekiştiren, içselleştiren bir hedefle örgütlendi.

Maddi malların üretiminden sonra kültürden sanata, bütün alanlarda sanayileşme, endüstrileşme sağlandı; müzik endüstrisinden futbol sanayisine, film endüstrisinden olimpiyatlara dek her şey sermayeye dayalı olarak örgütlendi; “piyasa koşullarında” pazar için üretilir hale geldi. Eğlenceden dinlenmeye, tatilden boş zamanları değerlendirmeye dek toplumsal yaşamı ilgilendiren bütün alanlarda amaç, karın ve sermaye birikiminin azamileştirilmesi oldu. Ancak, emperyalist efendilerin ve emperyalizmin teorisyenlerinin geliştirdiği maddi ve ideolojik bütün argümanların, burjuva toplum üzerinde devletin düzenleyici ve baskıcı müdahalesi olmadan istenen sonucu yaratması mümkün olmazdı. Bu sürece burjuva devlet de etkin olarak müdahil oldu.

Bütün 20. yüzyıl boyunca emperyalizme karşı doğup gelişen kadın hareketlerinden yeşil-çevreci hareketlere kadar pek çok toplumsal hareket teknoloji fetişizmine kurban düşerek emperyalizm tarafından absorbe edildi, yeniden burjuva topluma entegrasyonları sağlandı. Emperyalizmin bu yeteneğini abartan burjuva düşün ve fikir adamları, ideologları ve filozofları bütün güçleriyle kapitalizme karşı gelişen halk hareketlerinin çaresizliğini, çıkışsızlığını ve bir şey elde edemeyeceklerini kanıtlamaya çalıştılar. Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılması ve sosyalizmin geçici yenilgisinden sonra kullandıkları “tarihin sonu”, “Amerikan yüzyılı” gibi argümanlar tam bir totolojiye dayanıyordu. Toplumdaki bütün bireylere pompalanan bu yanlış bilincin tek bir amacı vardı; yabancılaşmış emeğin kurbanlarının, yani emekçi sınıfın, bu yabancılaşmanın kaynağı ve nedeni olan kapitalizme başkaldırmalarının önüne geçmek.

Daha önce de uygulanan bu yöntemler, 1968 Mayıs’ından sonra özellikle emperyalist ülkelerde bir dönem için sonuç verdi. Ama emperyalizmin yeni evresinde artık böyle bir sonuç almaları mümkün değil, çünkü dünya eski dünya değil, nesnel koşullar çok farklı. Bu koşullar altında emekçi sınıfın başkaldırısı küresel isyan, küresel ayaklanma ve küresel iç savaşa vardı. Özellikle emperyalist kapitalist sistemin dünya krizinin üstüne binen Covid-19 pandemisi kapitalist uygarlığın bütün çelişki ve çatışmalarını çırılçıplak ortaya çıkmasını sağladı. Her şey kapitalist uygarlığın sonuna yaklaştığını, kapitalizmden komünizme geçiş sürecinin ivmelenerek hızlandığını gösteriyor.

Özgür Güven