< < Olgularla İç Savaş- 17

Kürtçe Tv, Kürtçe’nin seçmeli ders olması, üniversitelerde Kürt Dili bölümleri vb. tavizler gündeme gelince doğal olarak herkes Kürt açılımını konuşmaya başladı. Bu noktada CHP, 12 Eylül Anayasasının geçici 15. maddesinin kaldırılmasını önerdi. Bu madde kaldırılırsa 12 Eylül’ün faşist generalleri yargılanabilecekti. Aslında bu adım politik çevirme hareketinin bir adımıydı ve tüm uzlaşmacı sosyalistler, reformistler balıklama atladı bu önerinin üzerine. Onlara göre bu madde kaldırılırsa bir daha darbe yapamazlarmış!..

Sanki 12 Mart generalleri, 12 Eylül generalleri anayasal güvenceye dayanıyorlar gibi, bu madde olmazsa darbe olmazmış. Bu öneriyle politik çevirme, hedef şaşırtma amacına ilk adımda ulaşmış gibiydi. Ama bu öneri aynı zamanda ordu, asker, sivil bürokrasi içindeki tasfiyelerin süreceğinin de işaretiydi.

Devrimci kabarış devletin zirvesindeki çatlağı iyice büyüttü. Politik kriz ortamından yararlanıp birbirinin ayağını kaydırmaya çalışan sermaye grupları birbirlerinin yaptıklarının ifşa etmeye başladılar. Bir taraf “Deniz Feneri”ni ifşa ederken, diğer taraf faili meçhul cinayetlere kurban gidenlerin atıldığı ölüm kuyularını ortaya döktü. Devrimin ufukta belirmesi bile en kutsal söylemlerin ardına gizlenmiş soygunların, yalanların, çıkarların, birer birer ortalığa saçılmasına yetmişti. Bu dönemde başlayan tartışmalardan biri, Gülen cemaatinin devleti ele geçirmeye çalıştığı iddiasıyla başladı. İktidar bloku, şimdi kendi içinde tasfiyelere hazırlanıyordu. Oysa bilinen şey, TC eskiden beri cemaatleri, diğer müslüman ülkelerle ilişkilerde kullanır.

Türkiye ve Kürdistan birleşik devrimi ne zaman eş zamanlı yükseliş içine girdiyse Türk egemenleri politikalarında değişiklik yaptılar. Şimdi yine politika değişikliği gündemdeydi ama bu sefer zirvedeki çatışmalar ve tasfiyelerle süren bir değişiklik olacaktı.

6-7 Ekim, Türkiye ve Kürdistan devriminin kendisini bütün dünyaya kanıtladığı günler oldu. IMF ve DB yöneticileri, dünyayı aralarında paylaşan birkaç yüz tekelin sözcülerinin bir araya geldiği zirve toplantısı bu sefer İstanbul’ da yapılıyordu. Dünyanın her yerinde emekçi yığınların öfkesini üzerine çeken bu toplantılar, İstanbul’da da proletarya ve halkların öfkesinden kaçamadı. İki gün boyunca on binlerce emekçi, toplantıları engellemek için harekete geçti; yolları bloke etti, saatlerce polisle göğüs göğüse çatıştı. IMF ve DB, ABD’nin dünyaya egemen olmak için kullandıkları kurumların başında yer alması nedeniyle küresel iç savaşta da emekçilerin önde gelen hedefleri arasında yer alırlar.

2009, hızlı tarihe uygun, olayların çok yoğun yaşandığı bir yıl oldu. Olayların biri bitmeden diğeri başlıyordu. Bunlardan birisi de Öcalan’ın çağrısına uygun olarak bir grup gerillanın silahsız olarak giriş yapması oldu. Varılan anlaşmaya uygun olarak gerillalar tutuklanmadı. Bu, Kürt halkında müthiş bir coşku ve heyecan yarattı. Milyonlarca kitle, “Barış elçilerine” Silopi’ den Amed’e kadar eşlik etti. Bu karşılaşma, sadece 2009’un değil, birleşik devrimin yarattığı en önemli ve büyük olaylardan biri olarak tarihe geçti.

İki gün boyunca Hakkari’den Amed’e kadar adeta bir zafer havası yaşayan milyonların coşkusu, egemenlerin başından aşağı dökülen kızgın yağ gibiydi. Tepedeki kapışma, açılımı imkansız hale getirebilecek kadar şiddetliydi. Hükümet, frene bastığını, açılımı ağırdan alacağını açıkladı. Verilen bu molanın nedeni, egemenler katındaki altüst oluşun bozduğu dengeleri yeniden oturtmak içindi.

Birleşik devrimin Kürdistan ayağını etkisizleştirmek ve en etkili gücü olan Kürt halkını silahsızlandırmak... Bir sonraki adım süregelen iç savaşı kazanarak tasfiye etmek... Bu amaçla hareket eden sermaye ve düzen güçlerinin attığı her adım, tam tersi sonuç veriyor, iç savaşın daha da yaygınlaşmasına neden oluyordu.

Bu topraklarda iç savaş, uzun yıllardan beri bir türlü çözülemeyen, üst üste binen çelişki ve çatışmaların şiddet yolundan başka çözümü kalmadığı için ortaya çıkmıştır. Tekelci sermaye ve hükümetinin uygulamaya başladığı açılım politikasının her adımda iç savaşı daha da görünür yapması bundandır.

Haziran ayında ifşa edilen ama üstü örtülen “eylem planı” Ekim ayında yeniden gündemleşti. Bu sefer planı ifşa eden bizzat Genel Kurmay Karargahında görevli bir subaydı. Bu “eylem planı” DTP’ye, hükümete ve Gülen cemaatine karşı alınacak tedbirleri kapsıyordu. İçinden sadece DTP’ye karşı olanı hayata geçirildi: Aralık 2009’da DTP kapatıldı, eşbaşkanlarına siyaset yasaklandı ama bundan öncesi var. Sonbahar egemenler açısından Dante’nin tanımladığı cehennemden beterdi.

Kasım’da Kadıköy’de yapılan Alevi Mitingi’ne 500 binden fazla emekçi katıldı. Kadıköy sokaklarını dolduran yüz binler adeta Kürt halkının coşkusuna eşlik ediyordu. Birleşik devrim Hakkari- Amed güzergahından sonra İstanbul’da da güç gösterisi yapıyordu. Tarihinin en yüksek oy oranıyla iktidar olan dinci faşist parti, daha iki ay bile geçmeden sokakların kontrolünü tamamen yitirmiş; inisiyatif devrim güçlerine geçmişti.

Amed’den İstanbul’a sokakları, meydanları dolduran milyonların gücü, Ankara’nın o soğuk suratlı binalarının içindeki bütün düzeni, işleyişi bozdu. Tekelci sermaye sadece toplumu değil, kendi iç iktidar yapısındaki kontrolünü de yitirmeye başladığını gördü. Genel Kurmay’ın “eylem planı” bu ortamda yeniden gündemin başına yerleşti. Az önce söyledik, bu planın uygulanan kısmı sadece DTP’nin kapatılmasıyla ilgili kısımdı. Diyarbakır’da toplanan DTK, kapatma kararı üzerine meclisten çekilin dedi. Bu adım atılsaydı, devrim, parlamenter frenlerden de kurtulacaktı. O dönem DTK eşbaşkanı olan Emine Ayna, “taban bize, ne işiniz var mecliste, dağa gelin diyor” sözleriyle buna işaret ediyordu. Ancak, küçük burjuva uzlaşma siyaseti nedeniyle, bu karar hayata geçmedi, yola BDP ile devam kararı verildi.

UKH sokakları ele geçiren, adeta büyük bir ayaklanmaya hazırlanan halk eylemlerini burjuva egemenliği yıkma yönünde değil, Türk egemenleriyle pazarlık yönünde değerlendirmeyi seçti. Bu kararıyla bir kez daha sermayeyi ipten aldı.

Daha birkaç yıl öncesine kadar sadece gecekondu yıkımlarında görülen kararlılık, şimdi neredeyse bütün emekçileri sarmıştı. Proletarya ve halklar her yerde savunmadan çıkmış, saldırıya geçmişti. Kitleler kent meydanlarını, caddelerini işgal ediyor, burjuva sınıfın dehşetine dehşet katıyorlardı. Durumu tersine çevirmek isteyen egemen Türk sermayesi ve devleti, her eyleme; polisi, panzeri, gaz bombasıyla saldırmaya başladı. Ardı arkası kesilmeyen tutuklamalar ve polis vahşeti tırmanışa geçti. Proletarya ve halklar zaferin kokusunu almış, büyük bir kararlılıkla saldırıyorlardı, burjuvazi ise bu kararlılığı kırmak için şiddetini yoğunlaştırıyordu.

Kürt halkı aylardan beri gece gündüz sokaklardaydı. Örgütlü bir halkın, tankı, topu, tüfeğiyle tepeden tırnağa silahlı devlet aygıtına, adeta kendi karakollarına, kışlalarına nasıl hapsedileceklerinin dersini veriyordu. Alevi emekçileri devasa bir gösteriyle sahneye çıktı ama burada durmadı; on yıllardır kendilerini bir oy deposu olarak gören tekelci sermayenin partisi CHP’nin karşısına da ideolojik- politik kopuşa gidebilecek bir öfkeyle dikildi. Aynı günlerde 81 ilde birden gerçekleşen memur grevi yapıldı. Kamu emekçilerinin bu grevi, son kırk yılın en kitlesel ve en etkili grevi oldu. Daha bu eylemler bitmeden eczacıların grevi başladı. Kendilerini ilaç tekellerinin basit birer dağıtıcısı durumuna düşüren yasa girişimine karşı greve çıktılar.

“İşçiler nerede” demeye kalmadı, Tekel işçileri Ankara’yı bastı. Devlet, bir önceki yıl Ankara girişinde gaz bombaları, panzerler, tazyikli su ve polis şiddetiyle işçileri şehre sokmamış, geri döndürmüştü. Yine aynı şeyi yapmayı denedi, ama bu sefer olmadı. İşçiler kararlıydı. Ne Ankara’nın ayazında üzerlerine sıkılan tazyikli sular, ne polis şiddeti onları durdurabildi; çatışa çatışa girdiler Ankara’ya. Ankara’nın orta yerine, meclisin burnunun dibine çadırlarını kurdular; haftalar, aylar süren eylemleri bir mıknatıs gibi bütün mücadeleci kesimleri kendisine çekti. Eyleme geçecek cesareti ve morali olmayanlara cesaret ve moral verdi. İstanbul itfaiyecileri, demiryolu işçileri derken madenciler de eyleme geçti, burjuva sınıfa ve burjuva egemenliğe meydan okumaya başladılar.

Özgür Güven