Kapitalist üretim, yapısı gereği krizlerle beraber gelişir. Geçen yüzyılın sonlarına doğru, sistemin krizi küresel bir karaktere büründü, daha önceki dönemlerden farklı olarak kalıcı ve süreklilik gösteren bir durum aldı. Emperyalizm aşamasıyla bu kriz kalıcılık kazansa da, yeni evreden önceki dönemlerde, krizi sömürgelere ve bağımlı ülkelere yayarak hafifletebiliyorlardı. Şimdi bu da yetmiyor, kriz, emperyalist ülkelerden, bağımlı ülkelere dek bütün dünyayı etkisi altına almış durumda.

Kriz dönemleri, her zaman kapitalizmde büyük toplumsal alt üst oluşlara sahne olmuştur. Son 30-40 yıllık dönem ise, bu alt üst oluşların da süreklilik kazanmasına vardı. Emperyalizmin yeni evresinde belirginleşen ABD emperyalizminin hegemonik konumundaki çöküş süreci, artık sistemin küresel çöküşüne doğru ilerliyor. Çöküş süreciyle beraber "bir başka dünya mümkün" sloganıyla kendisini ifade eden küresel ayaklanma dalgaları, sistemi temellerinden sarstı, sarsıyor. Peş peşe gelen ve dünyayı bir uçtan bir uca derinden etkileyen kriz dalgaları, küresel ayaklanmayı tetikleyip, küresel iç savaşa yol açtı.

Bağımlı ülkelerde yürürlüğe sokulan ve çoğunlukla serbest ticaret anlaşmaları yoluyla pratiğe sokulan ekonominin tam ilhakı süreci, ayaklanmaları daha da şiddetlendirdi. Neo-liberalizm adına uyguladıkları dizginsiz sömürü ve talan da kapitalistlerin derdine derman olmadı. Tedarik zinciriyle yıktıkları gümrük duvarları şimdi yeniden gündemde ve bununla birlikte emperyalistler arasında baş veren ticaret savaşları ve yine bu dönemde alttan alta uç veren hegemonya kavgaları... Bu sürecin, emperyalist devletler arasında açıktan bir savaşa varmayacağının hiçbir güvencesi yok.

Öte yandan kriz dönemleri, özellikle işçi sınıfı ve emekçi yığınları vuruşuyla kapitalist üretimin alt üst olduğu bu süreçte on milyonlarca insan işten atıldı. Bütün ülkelerde emekçi sınıfın yaşam koşulları iyice kötüleşti, ama, özellikle bağımlı ülkelerde emekçi sınıfların yaşam koşulları öylesine katlanılmaz duruma geldi ki, bu durum emperyalist merkezlere doğru yoğun bir göç dalgasına neden oldu. Onlarca yıldan beri Asya ve Afrika'nın yoksulları, yaşamdan kovulanları ölüm pahasına emperyalist merkezlere doğru göç etmeye çalışıyor. Onbinlerce ölüme, insan kaçakçılığına, yol boyunca geçtikleri her ülkede önlerine dikilen polis gücüne, engellere, ırkçı saldırılara ve onur kırıcı büyük aşağılamalara rağmen, bu göç hiç hız kaybetmedi, kaybetmiyor, aksine daha da yoğunlaşıyor. Çünkü bu insanların gitmek istedikleri emperyalist merkezlere ulaşabilmeleri durumunda yaşama tutunabileceklerine dair bir umutları var. Oysa yakalandıklarında geri gönderildikleri, gönderilecekleri kendi ülkelerinde onları bekleyen uzun ve acılı bir ölüm dışında hiçbir şey yok.

Dünyada onbinlerce işçinin işten çıkarıldığı bu dönemde, işçi sınıfının kazanılmış hakları tehdit altında. 150 yılı aşan sert sınıf mücadeleleriyle elde ettikleri kazanımlar birer birer budandı, ellerinden alındı, alınıyor. İşçi ücretleri düşürüldü, emeklilik yaşı yükseltildi, işsizlik sigortası iyice kuşa benzetildi, çalışma koşulları kötüleşti, iş saatleri uzatıldı, hele de bağımlı ülkelerde sürdürülemez sınırlara vardı. Eğitimden sağlığa, bütün kazanımlar bir yandan "piyasa" nesnesi olarak metalaştırılırken bir yandan da alt sınıflar için iyice budanıp erişilemez duruma getirildi.

Aynı dönemde sermaye birikimi, daha çok elden daha az ele doğru akışını sürdürüp merkezileşmeyi daha da artırdı, dünya ölçeğinde etkili olan çok uluslu tekeller, şirket evlilikleri, satın almalar, iflaslar gibi yollarla daha da büyüdü. Tekeller dünyanın her yerinde ve her alanda dizginsiz sömürü ve talanla sermaye birikimini artırırken, on milyonlarca insan ellerindeki üretim ve geçim araçlarını yitirerek mülksüzleşti, yoksulluk ve sefalet içine sürüklendi.

Sosyalist sistemin dağılmasıyla ilan edilen "tek kutuplu dünya" daha kurulamadan çöktü gitti. ABD'nin 20. yüzyılın ilk yarısında iki büyük savaşla ele geçirdiği dünya egemenliği çözülüp dağılırken, emperyalist tekeller adeta vahşi kapitalizm döneminin sömürü ve talan günlerine, yöntemlerine geri döndü, işgaller ve düzen değiştirme, demokrasi götürme adına fetihler başladı.

Burada sözünü etmediğimiz daha pek çok gelişme olduğunu belirterek, çok kısa, çok özet bir tablo bile bu kriz döneminin alt üst oluş sürecine dair durumu anlatmaya yeter. Bu alt üst oluşlar toplumun bütün kesimlerini kapsamına alıyor, etkiliyor. Bu durum sınıflar mücadelesinin daha da sertleşip şiddetlenmesini getiriyor. Bu dönemlerde emekçi yığınlar kapitalist egemenliğe karşı harekete geçiyor, kendi yarattıkları uygarlığın nimetlerinden yararlanabilmek amacıyla bütün toplumu sarsan, alt üst eden eylemlere başvuruyorlar.

İşçi sınıfının, emekçi yığınların yoksulluk ve sefaletini sürekli artırması kapitalist üretimin karşıt niteliğinden kaynaklanıyor. Sermaye birikimi, işçi ve emekçi yığınların sömürüsüyle gerçekleşiyor. Bu sömürü kimi zaman nispi artı-değer yoluyla, kimi zaman mutlak artı-değer yoluyla, kimi zaman da ikisi birlikte uygulanarak gerçekleşiyor. Özellikle bizde olduğu gibi mutlak artı-değer sömürüsünün yoğun olduğu yerlerde, işçi ve emekçi nüfusun yoksulluk ve sefaleti daha da artıyor, yaşam koşulları daha kötü ve katlanılmaz oluyor. Bu sefalet içindeki zorluklarla dolu yaşam, işçi sınıfı ve emekçi yığınlarda büyük bir öfke biriktiriyor. Bu öfke eğer örgütlenip kapitalizme ve burjuva sınıf egemenliğine karşı harekete geçirilmezse ya kendiliğinden patlamalar ya da çeşitli bireysel şiddet eylemleri, olaylar olarak açığa çıkıyor.

İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerle kapitalistler arasıdaki karşıtlığın derinleşmesi, sınıfsal çelişki ve çatışmanın keskinleşip sertleşmesini hafife almamak gerekiyor. Bu topraklarda çok uzun yıllardan beri devam eden tekelci burjuva sınıfın ve faşist devletin baskısının ve şiddetinin giderek artmasıyla birlikte, neredeyse elli yıldır devam eden iç savaşın uzayıp gitmesinin yarattığı öfkeyle yoksulluk ve sefaletin yarattığı öfkenin üst üste binmesi, çok büyük patlamalara neden olacak birikim yarattı. Zaten işçi sınıfında, emekçi yığınlarda ezilen ulus ve ulusal topluluklarda böyle bir öfke birikimi olmadan ne bir ayaklanmadan ne de devrimden söz edilebilir. Eğer bu büyük öfke birikimi olmasaydı ne 2013 Haziran Halk Ayaklanması, ne 6-8 Ekim ne de diğer isyan ve ayaklanmalar olabilirdi.

Ama belirtmek gerekiyor, bu öfke birikimi önemli olsa da her şey demek değildir. Muzaffer bir devrimin koşullarından sadece birisidir. Üstelik eğer proleter hareket, devrimci komünist partisi bu birikime, öfkeyle dolu yığınlara öncülük yapamazsa, bu öfke devrimi ve devrimci güçleri de vurabilir. Zira burjuva sınıf bu öfke dolu, açlık ve sefalet içindeki kitleleri milliyetçi ırkçı, şoven söylemlerle, emperyalizm karşıtı boş demagojiyle, dinsel önyargılarına yönelttiği söylemlerle faşist kitle tabanı haline getirip kendi saflarına kazanabilir. Kendi yarattığı öfkeyi kendi saflarında örgütleyen burjuvazi, bu güce dayanarak devrimi ezme, egemenliğini güvence altına alma amacıyla kullanabilir.

Burjuva politikanın özü, daima işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci mücadelesini bastırmak, devrimi ezmek olmuştur. İşçi sınıfı ve emekçi yığınların mücadelesi burjuva egemenliğini ne zaman tehdit etmişse, yasal ya da değil, her türlü zor aracına, baskı ve şiddete başvurmakta tereddüt etmemiştir. Tekelci aşamada devlet terörü genellikle faşist terör biçimini almış ve her türlü yöntemle uygulanmıştır. Komüntern faşizm tartışmalarında bu sorunu ele alırken emperyalist ülkeler dahil, tekelciliğin egemen olduğu ülkelerde devrimci mücadelenin ve devrimin gelişimine bağlı olarak er ya da geç faşizme başvurulabileceğine dikkat çekmiştir.

Ancak sermaye sınıfı, ne yaparsa yapsın, kendi kaçınılmaz sonundan kurtulamaz. İşçi sınıfı başta olmak üzere, ezilen ve sömürülen emekçi yığınlar, halklar kendi taleplerini açıkça ortaya koyup, kendi istedikleri bir yaşam uğuruna özgür bir gelecek uğruna bir kez harekete geçtikten sonra sömürenlerle sömürülenler, ezenlerle ezilenler arasındaki ilişkiler bir daha asla eskisi gibi olamaz. Devrimci kriz doğmuş ve köklü değişimler gündeme gelmiştir. Kapitalistlerle proletarya ve emekçiler arasındaki tarihsel çatışma artık kaçınılmaz olarak gündemdedir: Devrimin şafağı sökmüştür.

Nasıl ki tarih boyunca kurulu sistem, üretici güçlerin gelişimini engellediğinde ona karşı isyan bayrağını açarak eski toplumu yıkmak bir tercih meselesi değil de, tarihsel bir zorunluluk olduysa, bugün de durum bu aşamadadır. Proletarya ve halklar için kapitalist toplumsal sisteme karşı başkaldırmak, burjuvazinin egemenliğine son vermek için mücadele bir tercih meselesi değil, tarihsel bir zorunluluktur. Proletarya ve halklar kapitalizm koşulları altında sürdürdükleri bu yokluk, yoksunluk ve sefalet içindeki yaşamı reddedip daha ileri bir toplum olan sosyalizme yönelirken, bu yönelim tarihsel bir zorunluluktan kaynaklanıyor. Çünkü, kapitalist üretim biçimi ve burjuva sınıfın egemenliği dünyayı, emeği ve insanlığı tam bir çöküşe ve yok oluşa doğru sürüklerken yaşamı sürdürmenin başka bir yolu kalmıyor. Kapitalist özel mülkiyet üretici güçlerin gelişiminin önünde büyük bir engel olarak dikildiği için kapitalizme karşı çıkmak artık bir tercih değil bir zorunluluktur. Nesnel koşullar ve tarihsel gelişme eski topluma karşı başkaldırıyı, eskiyi yıkıp yeniyi kurmayı insanlığın önüne koymuştur. Artık sorunun tarih tarafından olduğu kadar toplum tarafından da ortaya konuluşu "ya kanlı kavgalı savaş ya yok oluş" biçimindedir.

Özgür Güven