Bu sayı yazmasam da olur. Üstelik ne içimden geliyor ve ne de aklımda yazacak bir konu var. Hem yoldaş, başyazar olarak kesin güzel bir yazı yazmıştır. Zaten onun yazısı tek başına yeter bile, yani ben yazmasam da olur!

Tamam, aslında yazacak bir konu tabii ki bulabilirim. Sağımız, solumuz konularla dolu da “hiç içimden yazmak gelmiyor.” Gerçi, ben yazmasam ne olacak ki Setenay kesin yazar; zaten benden daha güzel yazıyor.

Evet; “içimden gelmiyor” diye saçma bir mazeret olamaz; fakat sanki aklım durmuş gibi. Bu halde yazmaya kalksam; bildik alışılagelmiş sözcüklerden bayat cümleler kuracağım. Yeni bir şey söyleyemeyeceksem niye yazayım ki? Zaten ben yazmasam İ.C.Çetiner kesin yazar; onun yazılarının benimkinden daha nitelikli olduğunu da düşünürsek...

Dürüstçesi; aklımın durduğu falan yok. Bu durumun nedeni, içimde bir yerlerde yaşayan ve arada bir varlığını belli ederek sinirlerimi bozan şu başbelası Oblomov karakteridir. Zaten bu kitabı da hiç sevmedim. Her okuduğumda rahatsız edici derecede iç hesaplaşmalar yapmama neden oluyor. Kısacası ve konuyu dağıtmadan: İçimdeki şu Oblomov’a yani aklımın durmasına karşı yapılacak şeyin; aklımı kullanmak olduğunun bilincindeyim. Fakat bu kez değil; çünkü kendimi tekrar etmekten korkuyorum... Aman! Niye kılı kırk yarıyorsam sonuçta bir defacık yazmasam kimseler farketmeyecek bile. Hem zaten Taylan yoldaş çoktan yazmıştır, üstelik onun dili benden daha akıcı...

Doğrusu; tabii ki, kendimi tekrar etmemem için yapılacak şeyler var. Misal, konuları farklı açılardan ele alabilirim. “Elimin kiriyle kadın, hamuruyla da erkek işine” karışabilir ya da tabulara saygıyı akla ihanet sayarak; eskisi, yenisi veya kötünün iyisi, kötü ama şurası bu nedenle iyi, demeden yani taktiklerin en karaktersizi Makyevelizm’e başvurmadan tüm putları, tabularını kendilerine tabut yaparak bir kanalizasyon çukuruna atabilirim. Böylece, bütün o çocuk ve kadın tacizcisi şeyhleri, şıhları seve seve bir güzel hedef tahtasına koyabilirim. Fakat bütün bunların bir karşılığının olup olmayacağını yine de bilmiyorum. Kimse okumuyorsa ya da yeterince çok insan okumuyorsa niye yazayım ki? Neyse ki Özgür yoldaş hep yazıyor, onca yılın birikimiyle benden daha nitelikle şeyler söylüyor... O halde ben yazmasam da olur...

Farkındayım; “kimse okumuyor” gibi saçma bir mazeret olmaz. Zaten böyle bir şey de olamaz, belki biraz azdır okuyanların sayısı; fakat böyleyse de o halde yapacak şey belli: Okura onun hayatına yani sorunlarına ve bu sorunların çözümüne dair şeyler sunmak. Mesela, her on kadın katilinin yedisinin serbest bırakılıyor olması gibi! Onda yedi kulağa az gelebilir, o halde yüz kadın katilinin yetmişi serbest desem ya da bin kadın katilinden yedi yüzü!... Yedi yüz kadın katiliyle birlikte yaşıyoruz. Hadi cesuruz da korkmuyoruz peki hiç ar duyumuz da mı kalmadı, nasıl yerin dibine girmiyoruz, desem hatta yedi yüz sayısını beşle altıyla çarpın belki bu rezil tablonun yarısına ulaşırsınız diye de eklesem. Evet bunları yazabilirim, lakin bu konuyu da kadın yoldaş yazarlara bırakmak en iyisi. Sıla, Helin ya da Sena. Evet, evet onlara bırakmalı hem Sıla yoldaş benden daha güzel yazıyor...

Tamam; neden kendime böyle eziyet ediyorum ki? Altı üstü bir iki yazmamazlık edeceğim. Biliyorum ki, yoldaşlar anlayışlı davranarak ve ellerinde yeterince yazı olacağı için yazmamış olmam bir eksikliğe de yol açmayacak. Hem şimdi D.Karadeniz ya da şair yürekli Ali Varol çoktan şöyle coşkulu umutlu yazılar yazıp yollamışlardır bile... İyi de hala ne demeye şu içim içimi yiyor ki?

Kısacası; yazmamak için bir çok “sağlam” nedenim var. Hatta her biri o kadar çok “sağlam” ki, fırtınalı denizde suya düşsem, her biri güven içinde sarılacağım onlarca, belki de yüzlerce yılan!... Kesin beni suyun üstünde tutarlar! Mazeretlerim öyle ama öyle “sağlam” ki, ya boğulacağım ya da bu yılanların zehriyle öleceğim!...

Özetle; yazmak lazım. Yazamadığımız da dahi inatla yazmak lazım; çünkü yazar yoldaşların hiç biri, ben ya da sen yazmadığında ortaya çıkması muhtemel bir eksikliği önlemek için yazmıyor. Tersine, onlar sen de ben de yazalım diye de yazıyorlar. En eskisinden en yenisine kadar hiç birinin gazetedeki bir köşeyi doldurmak gibi bir amacı da yok. Sadece bu mücadeleye bu cepheden de bir katkı sunmak ve bu cephede de bir hizmet sunmanın mütevazi, ama aslında çok önemli çabası içindeler...

Yazarlarımız; onların hepsi fedakarca yazıyorlar ve hepsi de yazılarımızın yazılarımızla yarışmasını ve de en iyi olanların yayınlanmasını canı gönülden istiyor.

Bilmelisin ki, ajitatif olmaya çalışmıyorum. Sadece sana ve bana gördüğümü, bildiğimi hatta şahitliğimi anlatmak istiyorum. Seni ikna etmeye de çalışmıyorum; bilakis sana öyle çok güveniyorum ki, senin kendini ikna edeceğine ve dahası can yoldaş, senin beni de ikna edeceğine inanıyorum; hatta bunun içinde kendimi şanslı sayarak bundan emin olduğumu da bilmeni istiyorum. Çünkü sen yoldaş, belki de sesini hiç duymadığım, yüzünü hiç görmediğim ve hatta henüz adını bile duyup hiç karşılaşmadığım yoldaşım, sen benim en güçlü ve ele geçirilemez, baş eğmez yanımsın. Sakın unutma yoldaş, bu bizi biz yapan şeylerden biridir!...

Tanıyorum, evet onların çoğunu tanıyorum ve sana sadece ikisinden bahsedeceğim. Korkma uzun uzadıya değil, kısacık. Birinin kolları gördüğü işkencelerden dolayı işlevlerinin bir kısmını uzun yıllardır yerine getirmiyor. Elleri de buna dahil. “Ne kadarlık bir işlev kaybı?” diye soracak olursan hemen söyleyeyim: Bir kalemi bir yazı yazmak için tutmakta zorlanacak kadar! Daha doğrusu epey zorlanacak kadar; hatta onu tutmakta ne kadar ısrar ederse o kadar çok canı yanacak kadar. Fakat buna rağmen MB’nin her sayısında en az bir ve sıklıkla da iki yazısı çıkar. Bir de o bütün bunlardan bahsedilmesini istemez ve bahsetmez de. Buna karşılık bir gün, sadece bir gün olsun okumayı-yazmayı bırakmaz. Hatta böyle bir durum onu kollarındaki acılardan daha çok rahatsız eder. Tabi bu son cümle sadece bir tahmin, çünkü henüz “Bugün yazmasam okumasan!” dediğine şahit olana rastlamadım. Ben de şahit olmadım...

Diğeri mi aslında onun hikayesi de çok benzer. Boynunda fıtık belinde fıtık kolunda işkenceden benzer bir hasar. O da bunların bahsedilmesinden hoşlanmaz, bahsetmez de ve emin ol ki şu an yanımda olsalar bu yazının bu bölümüne karşı kat-i bir “hayır yoldaş, hayır” derlerdi. Bu yoldaş da MB demez. Önsöz demez, Leninist demez her biri için her gün ayrı ayrı okur yazar çalışır.

Aslında, senin de bildiğin gibi (ya da artık emin olduğun üzere!) yazar yoldaşlarının bir çoğunun durumu bahsettiğim bu iki yoldaş gibi. Çoğu, hatta tamamı nice işkencelerden geçmiş ve hepsi bunun izlerini taşır. Üstelik, küçümsemeden, önemini bilerek ve bunu konunun dışında bırakarak söylüyorum ki; bu izler psikolojik izler değil ciddi fiziki acılardan bahsediyorum. Kimisi 40, kimisi 30, kimisi 10 kimisi de 5 yıldır zindanda ya da zindanda kalmış. Yaşı yetmişe yaklaşan da var, kırkını geçen de, yirmilerinde olan da. Fakat mekan ve zamana, imkanlara ve koşuşturmanın bitmeyen yorgunluğuna yenilmeden, gerekçeler üretmeden her gün okuyor, araştırıyor ve yazıyorlar. Hayatlarının her gününde mücadelenin onlara verdiği bilgi birikimini üstüne bir şeyler katarak, onu daha da büyüterek sana ve bana yani bize geri veriyorlar... Fakat bir borcu geri ödercesine değil, onurlu bir görevi yerine getirmenin mutluluğuyla... Bunu neden mi yapıyorlar? Çünkü senin ve benim yani bizim okumamızı, yazmamızı istiyorlar. En azından istediklerinden biri bu. Belki de en önemlisi!...

Nihayetinde, biliyorum ben yazmasam da başka yoldaşlar yazacak. Biliyorum ben yazmasam da sen yazacaksın ve hatta biliyorum ki benden daha da iyisini de yazacaksın. Diğer yandan sen de biliyorsun ki, yazmasan ben yazmasam, yoldaşların yazacak ve bu seni ve beni yani bizi yekpare bir dağ, bir çelik kılıç ve dinmez bir deniz yapacak. Fakat yine de bu yetmez, güzel ama maalesef ki yetmez! Çünkü okumalıyım daha da çok. Çünkü okumalısın daha da çok. Çünkü yazmalıyım. Yazmalısın üstelik hiç vakit geçirmeden. Tüm o koşuşturmanın içine bunu da eklemeli buna bir yer açmalısın. Bir kalemle bir kağıda ya da bir tablete bir şeyler yazmalısın; bir şeyler bana bizi anlatan ve bizi herkese anlatan bir şeyler....

Unutma! Ey güzel okur ve ille de sen yazmaya yeni başlayacak olan yoldaş, unutma; bizim kelimelerimiz harflerden oluşmaz, onlar emekten oluşur, cesaretten oluşur, bilinçten oluşur, gecenin yıldızlarından, nehirlerin akışından, güneşin sıcak teninden, bilimin acımasız keskinliğinden, emeğin onurlu isyanından, kavganın alev soluğundan yani senden benden bizden oluşur. Yazmasam olmaz! Yazmasan olmaz! Çünkü bu bizim hikayemiz ve hikayemizin bir parçası da bu...

Kenan Kızıl