“Zayıf

Korkak.

Burnu sivri ve uzun

yanaklarının üstü çopur,

Merdivenlerdeki adam

                        -Galip Usta-

                        tuhaf şeyler düşünmekle meşhurdur;

....

Gündeliğim artar mı? diye düşündü.

                                   20 yaşında.

‘Babam ellisinde öldü,

ben de böyle tez mi öleceğim?’

                                   diye düşündü

                                   21 yaşındayken.

‘İşsiz kalırsam’ diye düşündü

                                   22 yaşında.

‘İşsiz kalırsam’ diye düşündü

                                   23 yaşında.

‘İşsiz kalırsam’ diye düşündü

                                   24 yaşında.

Ve zaman zaman işsiz kalarak

‘İşsiz kalırsam’ diye düşündü

                                    50 yaşına kadar.

51 yaşında ‘ihtiyarladım’ dedi,

            ‘babamdan bir yıl fazla yaşadım’

Şimdi 52 yaşındadır.

İşsizdir.

Şimdi merdivenlerde durup

                        kaptırmış kafasını

            düşüncelerin en tuhafına:

‘Kaç yaşında öleceğim?

Ölürken üzerimde yorganım olacak mı?’

                                   diye düşünüyor...”

 

1940’larda, Galip Usta’nın hikayesini böyle anlatır Nazım.

Türkiye büyür, gelişir, teknoloji ilerler, milli gelir 10 bin dolarlara çıkar vs. ama, Galip Usta’nın bu hayat hikayesi, bu topraklardaki milyonlarca erkek ve kadın işçinin-emekçinin hayat hikayesi olmaya devam eder.

Bu hikayeyi, yaşayanlardan daha iyi bilen olabilir mi? Olamaz. Bu işçi ve emekçilerin, bizim hikayemizdir.

Bu nedenle, işini kaybetmiş, kaybetmek üzere olan, geçim sıkıntısı yaşayan işçi ve emekçilere hayatlarının sömürü, sefalet, işsizlik, bilinemezlik içinde geçtiğini ve geçeceğini anlatmak anlamsızdır. Bu konuda işçi ve emekçilerin bize hak vereceğine kuşku duyan, onlara sorabilir.

Ama işçi ve emekçiler de bilmelidir ki, devrimci işçilerle, sosyalistlerle hayatlarını, yaşam ve çalışma koşullarını anlatmak üzere kurdukları diyalogda, kendilerine bir şey kazandırmaz. Ve devrimci işçilere de, sosyalistlere de... Çünkü en başta söyledik ya, bu bizim de hikayemizdir zaten.

Çalışma ve yaşam koşulları üzerine sohbet, olsa olsa, dünyada yalnız olmadığımızın farkındalığını yaratır. Oysa ki hepimizin bundan daha fazlasına ihtiyacı var. Sorunlarımız, hayatın bizlerde açtığı yaralar çok derin ve bunların dertleşmeyle iyileşeceği yok!

Bizim, sorunlarımızı nasıl çözeceğimizi konuşmaya ihtiyacımız var. İşçiler, emekçiler, işçi önderleri, devrimci işçiler, sosyalistler yani hepimiz, unutmamalıyız ki, çalışma ve yaşam koşullarının nasıl olduğuna dair sohbetler, “NASIL ÇÖZECEĞİZ?” sorusuna cevap aramamıza vesile olmalı, bunun kapısını aralamalıdır. Hepimiz, birbirimizden öğrenebilmeli ve bu öğrenmeye değer vermeliyiz.

Bunun başlıca yolu ise, öğrenme sürecini kalıcılaştırmaktan geçer. Birlikte tartışma, öğrenme ve hareket etme platformları oluşturmaktan başka yolu yoktur bunun. İşçi birlikleri, işçi komiteleri, meclisleri veya başka biçimlerde...

Eğer grev, gösteri, eylem, miting vs. bittikten sonra, hepimiz evlerine çekilecek kendi çözümsüz dünyalarımıza döneceksek; onca sohbetin içilen çayın, birlikte göğüs gerilen zorlukların ne anlamı kalır. Madem birlikte olmanın anlamını keşfettik, buna sımsıkı sarılmalı ve kalıcılaşması için gerekli adımları bugünden atmalıyız.

İşte, sorunlarımızı “nasıl çözeceğiz” sorusuna verilecek ilk yanıt budur.

Çalışan ya da fabrika önünde direnen her işçi ve emekçi, toplumun ihtiyaç duyduğu mal ve hizmeti üretmek ve bunun karşılığında, kendi hayatını rahatça sürdürebileceği maddi ve manevi şeyleri toplumdan temin edebilmek dışında bir şey ister mi? İstemez, istemiyoruz.

Peki, bir ülkede on milyonlar bunu istediği, bunun için çalıştığı çalışmaya hazır olduğu ve ürettiği halde; neden hayatlarının hiç bir döneminde sefaletten kurtulamaz ki.

Nasıl çözeceğiz sorusunun bir cevabı da burada. Çözümü uzakta aramaya gerek yok. Her işçi çalıştığı veya önünde eylem yaptığı fabrikaya bakarsa, cevabını görecektir. O devasal fabrikaların, işletmelerin bir veya bir kaç kişinin olmasına verdiğimiz rızadır, onaydır sefaletimizin kaynağı.

Zar zor sahip olduğumuz bir kaç parça eşya, bilemediniz bir evin dokunulmazlığını savunabilmek adına, koca koca fabrikaların, üretim tesislerinin bir iki kişiye ait olmasına onay veriyor, bu anlamsız çelişkiyi kendimize kabullendiriyoruz. Sanıyoruz ki, böyle yaparsak mülkiyeti, kutsarsak, o bir iki parça özel mülkiyetimizi koruyabileceğiz. Oysa, ipotekle, borçla gelip onu da alıyorlar elimizden. Yani kendi elimizle kendi ipimizi çekiyoruz.

Bir insanın başını sokacağı evi, giyeceği giysileri, karnını doyuracağı yiyecekleri, çocuğunun oyuncakları vb olur, olmalıdır da. İyi güzel de bir kaç insanın koca koca fabrikaları niye olur ki? Üstelik, üretiminden bakımına, pazarlanmasından, yönetimine kadar her şeyini işçilerin ve ücretli çalışanların yaptığı bir fabrika nasıl olur da bir kaç kişinin olabilir?

Ya da şöyle soralım. İşçi ve emekçiler sömürülüyor mu? Sömürülüyor. Patronlar bu sayede 10, 20 yıl içinde, yatırdıkları sermayenin kaç katını kazanmıştır? 10, 100, 1000 katı... İşçiler, patrona, yatırdığı sermayenin kat be kat fazlasını geri verdikleri halde, neden patron o fabrikanın sahibi olabiliyor hala?

Tüm sorunlarımızın kaynağı; fabrikaların, büyük ticaretin, ulaşım ağının vb özel mülkiyet olması. Bizim emeğimizin ürünü olarak oluştular, ama hala bizim sömürülmemiz için kullanılıyorlar. Ve hatta, istedikleri zaman patronlar, bizi üretim sürecinin dışına atarak, küstahça açlıkla tehdit ediyorlar.

Öyleyse çözüm, özel mülkiyete son vermekte. Yani, zaten bizim olanı, işçi sınıfının sömürülmesi ile, bizden çalınanla yapılmış olanı geri almakta.

Galip Usta’nın, 70 yıldır süren makus talihine başka türlü son vermenin yolu yok.

İ.Cevat Çetiner