< < Dinci Faşist İktidar Seçimle Gidecek Mi?

Yanıtı en çok önem kazanan soru budur şimdi. Normal bir seçim yapılsa, mevcut koşullarda, dinci faşist iktidarın ve onun başının seçimleri kaybedeceği; üstelik açık farkla kaybedeceği tartışma götürmezdi.

İki ülkenin işçi sınıfının, emekçilerinin, yoksul kitlelerinin dinci faşist iktidara kin ve öfke duygularıyla yaklaştıkları açık. İki ülkenin nüfusunun çok büyük bir çoğunluğunun duygu ve düşünceleri bu yönde.

Bir adım daha ileri gidip şunu da söylemek gerek: Dinci faşist iktidar, esasında, önceki seçimleri de gerçek bir çoğunluk sağlayarak kazanmış değildi. Hileyle, “trafoya kedi girmesi” sonucu ya da “adam kazandı” numarası çeken CHP -Muharrem İnce ikilisi sayesinde oylar tam sayılmadan, yani kendi deyimiyle “atı alan Üsküdar'ı geçti” yöntemiyle almıştı.

Yani, sosyal reformist partilerin ve liberallerin yardımıyla yayılan ve genel kabul gören, dinci faşist iktidarın çoğunluğun oylarıyla yönetime geldiği düşüncesi yanlış. Bazen Kılıçdaroğlu-CHP RTE'nin karşısına RTE'den beter aday çıkartarak, bazen rakiplerinin -ki bu genellikle CHP'dir- hiç seçim kampanyası yürütmeyerek, bazen Akşener faşistinin, “Erdoğan'ı cumhurbaşkanı seçiyoruz” kararıyla... RTE seçimleri “kazandı”.

Uzun yıllar RTE ve yönetimiyle suç ortaklığı yapmış, şimdinin “baş muhalif”lerinden Ali Babacan, “kişi kendinden bilir işi” misali, geçmişte seçim hilelerinin nasıl yapıldığını itiraf etme pahasına, YSK'ya neden ve nasıl güvenmediğini, güvenmemek gerektiğini neredeyse bir yıl önce şöyle açıklıyordu:

“Seçimler elektronik ortama gittiği anda ben güvenemem. Yüksek Seçim Kurulu’nda (YSK) altyapıdan öte ahlaki yapımız hazır değil. Şu andaki YSK, kanuna aykırı karar veriyor, yaşadık. Kanun, ‘Mühür olmayan oy pusulaları geçersizdir’ diyor. YSK dedi ki ‘Mührü olmayan oy pusulalarını ben sayıyorum.’ Niye? Çünkü, Anayasada bir madde var, ‘YSK’nın verdiği karar nihai karardır’ diyor. YSK, bu memlekette kanunun dışında iş yaptı. Nasıl güveneceğiz? YSK’yı elinde tutan, oradaki bilgi işlem sistemine üç kişiyi koyar. ‘Arkadaş, beni yüzde 52 çıkarın’ der ve bakarsın yüzde 52 çıkmış. Olur bu Türkiye’de. Şu andaki hükümete de devlet yapısına da YSK’ya da zerre kadar güvenim yok. Hatta biz parmak boyamayı önereceğiz. İlkel mi ilkel, ama maalesef her türlü oyunu oynuyorlar.”

Seçimler elektronik ortama gidiyor; bu bir. Parmak boyasını önerdiler; YSK anında reddetti; bu iki. YSK'daki bilgi işlem merkezine üç kişi değil onlarca kişi koyulmuş; bu üç. “YSK, bu memlekette kanunun dışında iş yaptı”, bir daha (ve her seferinde) yapacağından kuşku duymak için hiç bir neden yok; bu da dört.

RTE'nin kararlılık ve kendinden emin havası fışkıran aşağıdaki sözlerini, seçim süreci güvenliğinin işte bu temel çizgileriyle birlikte değerlendirmek gerek. RTE, seçimle ilgili kararını açıkladıktan bir gün sonra şöyle diyordu:

“Milletimize karşı sorumluluğumuzun gereği olarak ülkemizi bu içi karmaşık, arkası karanlık, şekli bozuk, yönü belirsiz, hırsı boyunu aşan koalisyonun insafına terk edemeyiz. Cumhuriyetimizin ilk aslındaki kayıpları ve kazanımları geride bırakarak Türkiye Yüzyılını yükseltmek için hızlandığımız bir dönemde böyle bir faciaya izin veremeyiz...

“Kadınlarımızla ve gençlerimizle paylaştığımız umutların, birlikte geliştirdiğimiz vizyonun, bir avuç muhteris yüzünden elimizden kayıp gitmesine göz yumamayız. Bölgesinde ve dünyada yıldızı parlayan Türkiye'nin ışığını söndürmek, nefesini kesmek, dizlerinin bağını çözmek için ellerini ovuşturarak bekleyenlere zafer çığlıkları attıramayız.”

“Ülkemizi, hırsı boyunu aşan koalisyonun insafına terk edemeyiz”, “böyle bir faciaya izin veremeyiz”, “zafer çığlıkları attıramayız”!..

Bu sözler bir temenni ya da, seçimi kazanma umudunu ifade eden, boş tehditler içeren naif sözler değil. Kendinden emin, bir şeylere güvenmenin getirdiği bir kararlılık içeriyor bu sözler. Ne olabilir bu güven ve kararlılığı veren şeyler?

YSK ve seçim hilelerine yukarıda değindik. Gerici-faşist burjuva muhalefetin geçmişte RTE ve partisinin seçimleri “kazanması”na nasıl yardımcı olduğuna da... Değinmediğimiz önemli bir nokta kaldı; o da şudur: 2018 seçimlerinde örneğini yaşadığımız olay, seçimleri kaybetme riski belirdiğinde RTE/AKP ve MHP, dinci faşist tosuncukları silahlarıyla sokağa çıkarmış, faşist terör estirmişti. RTE ve partisinin yönetime gelmesine özünde pek bir itirazı olmayan Kılıçdaroğlu ve partisi, bu faşist terör gösterisi karşısında “kardeş kavgası istemiyoruz” bahanesiyle ayaklanmaya hazır kitleleri evlerine dönmeye çağırmıştı.

İşte “Ülkemizi, hırsı boyunu aşan koalisyonun insafına terk edemeyiz”, “böyle bir faciaya izin veremeyiz”, “zafer çığlıkları attıramayız” ifadelerinin arkasında saklı olan tehdit budur ve 2018'deki olayların aynısının tekrarı durumunda Kılıçdaroğlu ve partisinin, “müttefikleri”yle birlikte yine aynı tavrı sergileyeceklerinden emin olmak için sayısız neden var.

Şüphesiz, yönetimde kimin olacağına, kimin gidip kimin geleceğine son kararı verecek olan RTE ve dinci faşist yönetim ya da Kılıçdaroğlu ve tayfası değil, tekelci sermaye sınıfı ve emperyalist mali sermaye merkezleri, emperyalist hükümetlerdir.

Asıl karar vericiler için en önemli mesele, Türkiye ve Kürdistan'da birleşik devrimin önlenmesidir. Türkiye ve Kürdistan'da bütün olaylar, karşı konulmaz biçimde, bir devrime doğru akıyor. İki ülkenin işçi ve emekçi sınıfları, kadınlar, gençlik, ezilen, yoksul halk kitleleri her yerde ayaklanıyorlar.

Emperyalist mali sermaye merkezleri ve tekelci sermaye sınıfının elinde, devrimi önlemek için tek araç, tek politik yol yok. Bu amaçları için ellerinde birden fazla yol var. Yollardan birisi, devrimi faşist bir iktidar eliyle zor yoluyla ezmek ise, ikincisi de kitleleri bir beklenti içine sokmak üzere, reform vaatleri yapan burjuva muhalefeti yönetime taşımaktır. Ama her iki biçimin de ortak noktası, toplumsal devrim tehlikesinin ortadan kaldırılmasıdır. Özellikle de emperyalist-kapitalist efendilerin dünyayı canhıraş bir şekilde büyük bir savaşa sürüklediği şu mevcut koşullarda, bir “zayıf halka” olan Türkiye'nin devrime kaptırılması, somut ve yakın tehlikedir. Hem emperyalist mali sermayeyi, hem de işbirlikçi Türk tekelci sermayesini siyasal tercihlerde baskı altında tutan en önemli konu budur.

Şimdilik “iç ve dış dengeler” RTE’nin iktidarda kalmasından yanadır. Genel eğilim, olayların genel seyri, bu yöndedir. Elbette her toplumsal-siyasal olgu gibi, bu da mutlak ve değişmez değil. Sermaye sınıfı asla tek bir ata oynamaz. Sistem içindeki tüm seçenekler (hatta devrimin büyük baskısı altında son kertede sosyalist güçler bile) duruma göre öne çıkarılabilir. Seçimlere iki aya yakın süre var. Sözünü ettiğimiz gerçek iktidar sahipleri, tüm dünya dengelerinin sırat köprüsünde olduğu bir dönemde RTE’nin arkasında duruyor olsalar da, olayların gelişimine göre farklı bir eğilime girmeleri olasıdır. Bunu hep birlikte göreceğiz.

Ancak iki ülkenin devrimci, komünist güçleri, tekelci sermaye sınıfı ve emperyalist hükümetler hangi yönteme baş vururlarsa vursunlar, keskinleşen sınıf çelişkilerini, derinleşen iç savaşı, bir toplumsal devrime akan olayları, iktidarın fethi noktasına kadar ilerletmek ve zafere taşımakla yükümlüler.

Tek devrimci politika budur.