Art arda gelen depremler çok geniş bir coğrafyada, faşist devletin ve dinci faşist iktidarın da katkısıyla milyonlarca işçiyi, emekçiyi, köylüyü, yoksulu derin bir yıkıma sürükledi. Milyonlarca insan çaresiz, gelecek korkusu içinde ve ne yapacağını bilmiyor.

Çaresizliğin, uğradıkları felaketle baş başa bırakılmış olmanın; yakınlarının yaşamları başta olmak üzere, her şeyini yitirmiş olmanın getirdiği büyük bir öfke, büyük bir kızgınlık milyonlarca insanı sarmış.

Buldukları ilk fırsatta, kapakları açılmış baraj suları gibi, delice akmaya, önlerine çıkacak her şeyi silip süpürmeye hazır bu yıkıcı duygular şimdilik sadece dinci faşist yönetime ve faşist devlete yönelmiş durumda. Çünkü milyonlarca işçi, emekçi, köylü, yoksul insan uğradıkları felaketin bunca ağır olmasının sadece depremin sonucu olmadığının, ama faşist devletin ve dinci faşist iktidarın politikalarından kaynaklandığının bilincinde.

Emperyalist devlet ve hükümetler de Türkiye ve Kürdistan'da kitlelerin öfke ve kızgınlığının dinci faşist iktidara -ve aslında ifade etmeseler de dinci faşist iktidarın başına- yöneldiğinin farkındalar.

The Guardian, İngiliz gazetesi, “Depremlerin yarattığı şokun üzerinden zaman geçtikçe hükümete yönelik öfkenin ortaya çıkmaya başladığı” tespitinde bulunuyor. Soyut, afaki bir tespit değil. Aksine, somut, elle tutulabilir olgularla kanıtlanabilir bir tespit. ABD Dışişleri Bakanı Blinken ve NATO Genel Sekreteri Stoltenberg'in soluğu Türkiye'de almalarının nedeni depremden dolayı halkların içine düştükleri durumdan duydukları üzüntü(!) filan değil, işte bu.

Dinci faşist iktidarın, onun başındaki adamın bir halk ayaklanmasıyla yıkılmasından büyük bir korku duyuyorlar. Çünkü, New York Times, RTE'nin “Batı için yararlı bir denge unsuru” olduğunu biliyor ve kabul ediyor. Yine de, emperyalistler gönüllerini ferah tutmaya çalışıyorlar. Çünkü inanıyorlar ki, “Erdoğan, iktidarda kalmak için akla gelebilecek her yolu kullanacaktır”.

Ne var ki, durum emperyalistler ve tekelci sermaye sınıfı için; bunlarla birlikte faşist devlet ve dinci faşist iktidar için hiç de iyimser olabilecekleri gibi değil. Kafaları karma karışık, neyi, nasıl yapacaklarını bilmiyorlar. Ekonomik ve politik krizin üstüne gelen deprem, burjuva düzenin muhafızlarını da sersemletti.

Önce seçimlerin yapılmaması yönünde bir eğilime girdiler. Ama bu yolun dinci faşist iktidardan kurtulmak isteyen milyonların ayaklanmayla sonuçlanacak ani ve sert tepkisine yol açabileceğini hesaplamış olmalılar ki, seçimlerin yapılması yönünde eğilim göstermeye başladılar. Ne de olsa, bu gerici-faşist tayfanın duayeni Demirel'in veciz sözüyle “seçim sokakları temizler”di. Yine de kararlarını vermiş değiller..

Karşı devrim cephesinin kafasının karmakarışık olduğu ve büyük bir halk ayaklanmasının korkusunu yüreklerinde hissettikleri bir zamanda örgütlü devrimci güçlerin izleyeceği politikalar yaşamsal bir önem kazanıyor.

Hangi yol izlenecek? Ehvenişer politikasıyla dinci faşist iktidarın yerine burjuvazinin bir başka gerici-faşist kesiminin yönetime taşınması mı, yoksa işçi sınıfı ve emekçi halklara, ezilen ulus ve ulusal topluluklara kendi iktidarları için dövüşmeleri mi önerilecek?

Devrimci krizin iyice olgunlaştığı; burjuva karşı devrim cephesinde kafaların karmakarışık olduğu, karşı devrim saflarının tam bir dağınıklık içinde bulunduğu bu koşullarda yukardaki soruya verilecek yanıt belirleyici olacak.

Leninistlerin yanıtı bellidir: Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfı ve emekçi halkları, emekçi köylüler, gençlik ve kadınlar kendi iktidarları için; burjuva egemenliği bir devrimle yıkıp halkların iktidarını kurmak için dövüşmeliler. Yıkıcı öfkemiz, kızgınlığımız, kinimiz bu sömürü düzenine yönelmelidir. Başlamışken sonunu getirmeliyiz! Ayaklanmışken sonuna kadar gitmeliyiz!

Çektiğimiz tüm acıların, yoksulluğun, depremin bir kabus gibi tüm yıkıcılığıyla üzerimize çökmesinin baş sorumlusu bu sömürü düzenidir. Dinci faşist iktidarın kasıtlı politikalarının, emekçi halkları bilerek ölüme terk etmesinin bu büyük yıkımda mutlak bir sorumluluğu ve rolü var. Yine de hepsi dinci faşist iktidar ve onun başından ibaret değil. Bu iktidardan önce de büyük acılar ve derin bir yoksulluk denizi içindeydik. Gelecek başka bir burjuva iktidar da bize başka bir şey getirmeyecek! Tam da bu yüzden hepsinden, bütün büyük burjuvaziden, bu sömürü düzeninden, emperyalist asalaklardan kurtulmalıyız.

“Sonuna kadar gitmek” zaferi elde edene kadar, tüm iktidarı ele geçirene kadar durmamak demektir. Bunun için, kısa, öz, hemen anlaşılabilir bir devrim programına ihtiyaç var.

            -Bütün iktidar işçi sınıfı ve emekçi halkların eline geçirilmelidir.

            -Ulusların kendi kaderini tayin hakkı derhal tanınmalıdır

            -Zindanlar yıkılmalı, tutsaklar derhal özgürleştirilmeli

Daha ilk günden tek bir işçi çocuğunun, yoksul emekçi çocuğunun yatağa aç girmemesi için, tüm bankalara, fabrikalara, büyük topraklara, kısacası, bizden çalınan ne varsa derhal el konulmalı ve iki ülkenin işçi sınıfı ile emekçi halklarının iktidarının emrine verilmelidir.

Başarabilir miyiz? Başarırız, çünkü milyonlar bu düzenden, bu iktidardan dayanılmaz acılar çekiyorlar. Çünkü, bu büyük acılar içinde kıvranan milyonlarca insan şimdi düzene, düzenin en has iktidarlarından birine sırtını dönmüş, ona karşı ayaklanmak, onu yıkmak, hepsinden kurtulmak için büyük bir istek duyuyor.

Devrimci güçler, iki ülkenin emekçi halklarının bu devrimci gücüne inanmalı, ona büyük bir güven duygusuyla hareket etmeli.

Yürünecek devrim yolu budur!