Yazdır

Kılıçdaroğlu gerçekten kendisinden beklenmeyecek bir hamle yaptı: derviş oldu, yollara düştü. Ama bu hamleyi hem kendi koltuğunu hem de devletin bekasını kurtarmak için yaptığına dair pek az kuşku var. Arzusu ne olursa olsun, sınıflar mücadelesinin karşılıklı dengeleri gözönünde bulundurulduğunda, onun tarihe, arı kovanına çomak sokan biri olarak geçip geçmeyeceğini yakın zamanda göreceğiz. Devrimin öncüsü, bu olasılığa karşı hazırlıklarını tamamlamalıdır.

Kılıçdaroğlu, yürüyüşüne başlamadan önce şu cümleyi kurdu: “Adalet yoksa devlet de yok”. Bu cümle, yürüyüşün hedefine açıklık getiriyor: Uzun zamandır, devlet kadrolarındaki kaynaşmadan, özellikle silahlı bürokraside ortaya çıkan çözünmeden söz ediyorduk. Bu çözünme ve dağılmanın iki farklı veçhesi var: ilki meşrutiyet krizidir. Dinci faşizm, hükmetme yetkisini, son referandumda tüm açık terörist zora rağmen, çoğunluğa kabul ettiremedi ve bu durumun zaten içten parçalanan silahlı bürokraside meşrutiyet krizi yaratması kaçınılmaz. İkincisi, bürokrasinin alışılageldik yükselme basamaklarını, koşulsuz biat yoluyla hızla tırmananların yarattığı otorite ve yetke boşluğudur. Bu iki yan bir araya geldiğinde neler olabileceğini, devletin has partisi CHP iyi bilir. Bir de, son zamanlarda, tüm enerjisini silahlı bürokrasi içindeki çatlağı yamamaya adayan uğursuz Perinçek tayfası.

Egemenlere yönelen tehditlerin boyutunu henüz anlamayanlara biz hatırlatalım: eğer uzun iç savaş, büyük kitlelerin karşılıklı ana muhabereye hazırlandığı bir evreye gelmişse, bu savaşta sermayenin tek güvencesi, otoriteye bağlılık ve yetke alışkanlıklarıyla donanmış silahlı bürokrasidir. Tek üstünlük buradadır. Otorite ve yetke sarsıldığında iç savaşın şiddeti, egemenlik aygıtını beklenmedik bir anda ve hızda parçalar. 15 Temmuz, olsa olsa bu sürecin prelüdüdür. Kılıçdaroğlu’nun derviş pozlarıyla engellemeye çalıştığı, tam da bu zayıflıktır.

Herkesin malumu, tekelci gerici parti CHP’nin esas misyonu, devrimin yarı aydınlanmış kitlesini, kritik dönemeçlerde, parlamento ve hukuk yoluyla düzen içine hapsetmektedir. Ancak, bu yarı aydınlanmış kitleler, artık her iki yolun da tümüyle tıkandığına şahitlik etti, CHP’ye isyan bizzat kendi örgütlü tabanından yükseldi. Kılıçdaroğlu, sınıflar savaşında dengeleri değiştirecek kadar ağırlığa sahip bu kitlenin, ayaklanmaya sürüklenişini seyredemezdi. Bu yüzden, kendinden beklenmeyen derviş yolculuğuna çıktı. Ve tüm reformist solu omuzbaşında bulmakta zorluk çekmedi.

Farkında mıdır bilinmez, ama arı kovanına çomak soktu Kılıçdaroğlu. O ve omuzdaşı reformistler, yürüyerek, parlamento ve hukuku, yani devleti bir kez daha eski geleneksel önyargılar üzerinden ayakları üstüne oturtmaya çalışırlarken; kitleler bu parlamento dışı kavga çağrısına, dinci-faşizme karşı öfkelerini kusmak, tarafını göstermek kaygısıyla cevap verdiler. Ankara ve daha pek çok kentte sokakları dolduranlar, topyekun bir ayaklanmaya duyulan isteği gözler önüne serdiler. Ancak, CHP’nin kendi örgütlü kadrolarında bile, haklı kaygılar var. Sordukları şu: Eğer yürüyüş dinci-faşist iktidarı sarsmazsa, kavganın yeni biçimi ne olmalı? Kılıçdaroğlu’nun derviş pozları, bir işe yarayacaksa, bu, ana muharebenin kaçınılmazlığını anlayan kitlelerin önüne, hangi mücadele biçimleriyle sonuç alınır problemini koymuş olmasıdır. Yarı aydınlanmış milyonlar için, ciddi bir ders fırsatı doğdu: Bu sayede “adalet” çağrılarının kısırlığı, kitlesel eylemlerle yaratılan “farkındalığın” hiçbir köklü dönüşüme neden olmadığı net biçimde ortaya çıkıyor, çıkacak.

Proleter devrimciler, referandum döneminde sergiledikleri tarzı, bu süreçte de pratiğe dökmelidirler. Yürüyüşü başlatan CHP yöneticilerinin arzularından bağımsız olarak, önemli bir emekçi kesim, başlayan bu harekete, dinci faşizmi nihayet yere serebilecek bir güç yaratma fırsatı gibi bakıyor ve zaman zaman harekete dahil oluyor. Emekçilerin bu arayış ve özlemlerini bir kez daha, CHP’nin heba etmesine izin verilmemelidir. Başlayan hareketin açmazlarını, önyargılarını, onu sonuna kadar gitmekten alıkoyan yanılgılarını deşifre temek, eylemi genel bir ayaklanmaya doğru büyütecek siyasal hedef netliği ve cesareti aşılamak, acil görevdir.

Bu analizden yola çıkarak:

  1. Adalet isteminin, gerçek sınıf ilişkileri ve çıkarlarına dayanmadığında nasıl içi boş safsata haline geldiğini; milyonların zaten bildiği “güçlülerin adaleti”nin ancak “güçlüleri”, yani sermaye egemenliğini devirerek ortadan kaldırılacağını; adalet gibi soyut bir hedefin, ancak tutsaklara özgürlük şiarıyla anlamlı ve etkin bir siyasi biçime bürünebileceği,
  2. Bir kez başladığında, bu isyanın sonuna kadar, halkın gerçek iktidarıyla sonuçlanana kadar devam etmesi gerektiği; aksi halde, yarım kalmış isyanların bedelinin, zaferin bedelinden kat be kat ağır olacağı...
  3. CHP yöneticilerinin asıl derdinin, tarafsız-hakem devlet önyargısını yeniden diriltmek ve bu yoldan tekelci sermaye egemenliğini bir kez daha güvenceye almak olduğunu
  4. Silahlı bürokrasi içinde, otorite, emir komuta ve yetke alışkanlığına dayalı üstünlüğün, yaşanan çürüme ve meşruiyet kriziyle birlikte büyük ölçüde kaybolduğu; tam da bu nedenle, topyekun bir ayaklanmanın hiç olmadığı denli zafer olanaklarına sahip bulunduğu anlatılmalıdır.

Son bir kez dikkat çekmekte yarar var: CHP’nin başlattığı bu eyleme kitlelerin ilgisini uyandırmak, proleter devrimci öncünün işi değildir. Yine de, böyle bir kitlesel ilgi ciddi bir güç haline geldiğinde, ancak bu koşulda, söz konusu kitlesel hareketi leninist şiarlar, devrimci hedeflerle donatmak, sırtımızı dönebileceğimiz bir görev olmaktan çıkar. Bu yüzden, adaletin hayali asasıyla yürüyen dervişler İstanbul’a vardığında, karşılarında, devrimci ve leninist şiarlara çevrili bir iklim bulmalıdır.

Umut Çakır