Yazdır

I

Hiç tereddüt göstermeden şunu dile getirebiliriz: Proleter devrimciler, Deniz'in yoldaşları, referandum sonrası biriken öfkeyi, bir ayaklanmaya dönüştürme çabalarıyla, dönemin en ileri politik iradesini temsil etmiştir. Maddi ve teknik olanaksızlıklara rağmen bu çaba, çağrıların yeterince karşılık görmemesinden bağımsız olarak, koşulların önümüze koyduğu en devrimci görevdi. Ve Denizlerin yoldaşları, sadece çağrılar yapmayan, ama buna yönelik bir pratik sergileyen politik özne olduklarını kanıtladılar.

Devrim dönemlerinde başarının ölçütü, bir öncü için farklı, geniş emekçi yığınlar için farklıdır. Geniş yığınların tanıdığı gerçek saydığı tek başarı, hareketin zafere ulaşmasıdır. Öncüler için ise kitleleri daha kararlı eylemlere sevk edecek pratikleri tereddütsüz ve cüretle ortaya koyabilmektir. Kararsız bir öncü, enerjisi en yüksek ayaklanmaları bile sonuçsuz bırakabilir; Kobane eylemlerinde olduğu gibi. Ama kararlı bir öncü, umutsuz bir davaya dönüşme riski taşıyan devrimleri bile zafere taşır; 1917 Ekim'i gibi. Bu açıdan bakıldığında, Denizlerin yoldaşları, tüm maddi ve teknik yetersizliğe rağmen oluşan koşullardan ayaklanma yönünde yararlanmak için elinden geleni yaptı, mütevazı kalınmayacak bir kararlılık sınavı verdi. Devrimin en ileri kesimleri, devrimci semtler, bu çabaları gördü, kaydetti. Bundan sonraki sınav, başarıya ulaşmayan nice girişimin daha bizlerin moralini yıpratıp yıpratmayacağıdır. Böyle sınamalardan geçmeyen bir öncü, kabul edilmiş bir öncü durumuna yükselemez.

1905 Aralık ayaklanmasına evrilen süreçte, Bolşevik işçiler (başlangıçta sayıları bir kaç düzineyi geçmiyordu) pek çok kez ayaklanma çağrıları yapıyor, fakat her seferinde cevapsız kalıyordu. Önemli olan proletaryanın bu görevi önüne koymuş olmasıydı. Ve bir çok kez başarısız kalan çağrılar olmasaydı, tümüyle kendiliğinden patlak veren Moskova Aralık Ayaklanmasında önderliği ele geçiremezlerdi. Bu tarihi dersi aklımızdan hiç çıkarmayalım.

Referandum sonrası topyekûn ayaklanma çağrılarının, şimdilik kaydıyla, cevapsız kalmasının nedenlerini incelemeden önce, iki hususa dikkat çekmek gerek. Birincisi, topyekûn ayaklanmaya giden süreç başlamıştır, ama öngörülerimiz çerçevesinde değil, farklı yol ve biçimlerde. Yani o defter kapanmadı, henüz yeni açılıyor. İkinci husus, teorik öngörü ve pratiğin ilişkisine dairdir. Bu noktada Hegel'in ünlü bir sözü geliyor akla: Minerva'nın baykuşu alacakaranlıkta uçar. Yani bilgelik her şeyi tam kapsamıyla önceden görebilmek değil, ama olmuş olanın içsel zorunluluğunu geridönüşlü biçimde kaydedebilmektir. Marx da “İnsan anatomisi, maymun anatomisi için anahtardır” sözüyle, benzer bir metodolojik yaklaşımı benimsemiştir. Bu yaklaşımı konumuza tercüme edersek; sınıflar mücadelesinde, daha alt bir düzeyden, üst düzeye sıçramanın zorunluluk ve imkanlarını haber veren biçimler, ancak bu üst düzey mücadele ortaya çıktığında, tam anlaşılır hale gelir. Bu, mücadeleye, öncü dokunuşlarla şekil vermeyi, imkansız sayan kadercilik değildir. Tersine, her şeyin önceden belirlenmiş imkan ve biçimler doğrultusunda gelişeceği fikri, kaderciliğin asıl kaynağıdır. Yakın geçmişte bunun örnekleriyle pekala karşılaşabiliriz; öngörülerinin ve tasarımlarının tamlığına, mükemmelliğine iman edenler, bunlar gerçekleşmediğinde, kaderci bir varoluşsal sorgulamaktan kendilerini alamazlar. Peki, ya Lenin'in Sol Komünizm'deki şu sözlerine ne demeli?

“Genel olarak tarih ve özel olarak da devrimler tarihi, içeriği bakımından, en ileri sınıfların en iyi partilerinin ve sınıf bilinci en yüksek öncülerinin hayal edebileceğinden çok daha zengindir, çok daha çeşitli, çok yönlü, çok daha canlı ve ‘incelikli'dir. Bu anlaşılır bir şeydir, çünkü en iyi öncüler bile yüzbinlerin sınıf bilincini, iradesini, tutkusunu ve tahayyülünü ifade eder; bununla birlikte devrimler, kalkışma anlarında ve tüm insani yeteneklerin uygulandığı uğraklarda, en keskin sınıf mücadelesine katılmak üzere bilenmiş on milyonların sınıf bilinci, iradesi, tutkusu ve tahayyülü ile gerçekleştirilir. Bundan çok önemli iki pratik sonuç çıkar: Birincisi, görevini yerine getirebilmek için devrimci sınıf (politik iktidarın ele geçirilmesinden sonra, bazen büyük bir risk alarak ve büyük tehlikelere göğüs gererek, iktidarın ele geçirilmesinden önce tamamlayamadıklarını tamamlayarak) toplumsal faaliyetin istisnasız tüm biçimlerine ya da vehçelerine egemen olmalıdır; İkincisi, devrimci sınıf bir biçimden diğerine en hızlı ve en beklenmedik bir şekilde geçebilmeye daima hazır olmalıdır."

Burada, en mükemmel örgütlenmiş ve yetişmiş öncülerin bile tahayyül sınırlarının, yüzbinlerin sınıf bilinciyle sınırlı olabileceği vurgulanıyor. Oysa bir toplumsal devrim söz konusu olduğunda, onmilyonların tahayyülünü hangi parti öngörebilir? Ve bu eksiklik, öncüyü öncü olmaktan çıkarmaz. Lenin, öncüye burada, teorik bir görev değil, alabildiğine pratik bir görev yükler: Her mücadele biçimine hazır ol, birinden diğerine geçişi en hızlı yapabilme becerisi kazan. Öncü bir parti, eksiklerini en baştan göze alabilen, plan ve tahayyülünün pratik sınanmasıyla yol alan ve başarısız kalan her edimi, kendi fiili öncülüğünün kurulum süreci olarak görmeyi öğrenen partidir.

Kitle ve öncü, karşılıklı olarak birbirlerini, başarısızlık ve eksikleriyle tamamlayabilen bir bütünlüktür, bağıntının özünde bunlar vardır. Eğer bir öncü, ortaya koyduğu program, ilke ve hedeflerle, kitle hareketinin kendi başına eksikliğini gideremediği boşluğu doldurabiliyorsa; aynı şekilde, bir kitle başkaldırısı, öncünün tamamlayamadığı yönlerini (maddi ve teknik imkanlar gibi) giderecek biçim ve niteliğe sahipse, devrimin zaferine giden bütünlük ortaya çıkabilir. Silahlı bir ayaklanma için, kitlelerin genel silahlanma seferberliği gerekir ve en mükemmel donanımlı öncüler bile, böyle bir görevin üstesinden gelemezler. Öncünün bu eksikli yönü, ancak ve ancak, kendi politik deneyimlerine dayanan kitleler tarafından giderilebilir. Öncü ve kitle ilişkilerinde, tabir uygun düşerse, “eksiklerin uyumu” zorunluluğundan bahsedebiliriz.

 

II

En başta devrimci ileri kesimler, neden referandum sonrası, beklediğimiz tarzda topyekun bir ayaklanmaya girişmedi? Sorunun cevabını bulmak önemli, çünkü burası, tam da kitlelerden öğreneceğimiz noktadır; sınıflar mücadelesinin bir üst düzeye, yani bir ana muharebe olarak yaşam bulacak silahlı devrime geçişin biçimlerini, yollarını, güç imkanları ve donanımlarını, gerilimini ve temposunu açığa çıkaracak içerik vardır.

Maddi koşullar, kitlelerde biriken öfke, açıktan hile yapacak kadar acizleşen dinci-faşizmin hali, tüm bunlar, referandum sonrası topyekun bir ayaklanma için uygun bir ortam yaratıyordu; devrimci tahayyül durumu böyle gördü ve bir örnek yaratmak için hazırlık yürüttü. Devrimci proletarya “gerçekçilik” bahanesi arkasına sığınıp en kötümser imkanlara göre konum alan oportünizm gibi davranamazdı. Oysa, geniş emekçi kitleler başka türlü fikir yürüttü. Dinci-faşizmle bir ana muharebede kanlı bir hesaplaşma olmadan hiçbir sorunun çözülmeyeceğini pekala kavrayan emekçi kitlelerin kafasında başka bir soru vardı: Nasıl yapmalı?

Sorunun kendisi bile, Gezi'nin aynısıyla tekrarından yana olmadıklarını anlamaya yeter. Kitleler Gezi'den gerekli dersi çıkardı: Aynı biçimde, kendiliğinden, koordinasyondan yoksun, amatörce; yığınların doğrudan iradesini yansıtmaktan uzak bir yapının bürokratik yönetimine terk edilmiş, net politik hedeflerden ve programdan yoksun bir Gezi, zafer getirmeyecektir. Aksine, yarım kalan her isyan, çok daha amansız bir karşı saldırıya neden olacaktır. Kitleler bu dersi iyi ezberlemiş, düşündüğümüzden daha fazla.

Kobane ayaklanmasını, 10 Ekim'i gören devrimci yığınların, Gezi'de ortaya çıkan ve yaşamsal önemde oldukları amansız iç savaşın kan deryasıyla kanıtlanan eksikler giderilmeden, kendiliğinden biçimlerde aynı topyekun ayaklanmaya girişmeyecekleri şimdi anlaşılmıştır. Geçen dört yılda, siyasi partilerden, bu eksiklerin giderilmesine yönelik adımlar beklediler. Oysa tam tersini gördüler. Cümle uzlaşmacılar ve oportünizm, parlamento batağına saplandı. Bazen aşka gelip isyan çağrıları yaptıklarında bile “haklar, direniş, savunma, faşizmi geriletme” çizgisinin önüne geçemedi bu çevreler. Devrimci yığınlar, isyan çağrıları altında sırıtan tüm o laf kalabalığının, aynı filmin tekrarı olduğunu; dahası, oportünizmin gerçek içeriğini, yani sokakların şiddetini parlamento koltuklarına ciro etmeye dönük ikiyüzlü perspektifi ele verdiğini anlamakta zorlanmadılar.

Gezi, kendi önyargısını ayaklarına dolamıştı: Silahsız ve barışçıl, yeterince büyük bir kalabalığın protestoları faşizme geri adım attırır önyargısı, daha o zaman fazlasıyla sarsılmıştı. En keskin sınıf savaşımına katılmak üzere bıçak gibi bilenen milyonlar, onları her şeyi çeken insanlar haline getiren önyargılardan tümüyle kurtulmalıydı. Denebilir ki, referandum süreci, bir dizi önyargıyı bir çırpıda yıkarak, Gezi'nin politik sonuçlarını tamamlamıştır. Endişe ve öfkeyle ne yapacağız diye soran sıradan insanlara bir bakın hele. En uzlaşmacı ağızlardan yükselen kararlı mücadele laflarına; tekelci muhalefet partisinin gençlik teşkilatlarında açılan isyan içerikli bayraklara bir bakın. Hepsinin ortak noktası; kanlı bir hesaplaşmanın kaçınılmazlığıdır. Bu düşünce bir devrimin mayalanıp köpürmesi için yeter. Sınıf savaşımını en keskin evreye sokacak bütün öz, buradadır. Bundan sonrası, kitlelerin, kendi eksiklerini giderecek öncü arayışı evresidir. Radikalleşen, tahayyülü, umudu ve iradesi, onları düzene bağlayan tüm önyargıların ötesine geçen kitleler, sınıflar mücadelesinin seyrini değiştirir. Devrime sözde değil, pratikte hazırlanan her halk gibi önce geçmiş deneyimleri hatırlayacaklar, devrimci efsanelere sarılacaklar, umut ve beklentilerinin sembollerini bu efsanelerde bulacaklar. Bu topraklarda devrimci efsane denince ilk akla gelen Denizler'dir. Yakın zamanda Denizlerin halk okyanusu içinde bayraklaştığını göreceğiz.

 

III

Yaşadığımız deneyim, proleter devrimcilere, yeni dersler kazandırdı, yeni nitelikler ekledi. Gezi'nin anılarıyla dolu ufkumuz, karşımıza hayali bir paradoks çıkarmıştı: Halk, güven duyabileceği bir öncü ortaya çıkmazsa, kanlı ve silahlı bir ayaklanmaya yönelemez, öte yandan, halka güven verebilecek öncü parti de, genel bir ayaklanma olmadan güç haline gelemez. Bu paradoks, iki nedenden ötürü, yanlış kurgulanmıştır.

Birincisi; güven veren öznel bir gücün varlığı tek başına kitleleri ayaklanmaya iten neden olamaz. Milyonların eyleminin, başkaldırısının yüzlerce farklı nedeni, kökeni var. Kitleler, bazen en kararsız unsurların aniden parlamasıyla, bazen en devrimci kesimlerin sağlam adımlarıyla harekete geçer ve ancak ondan sonra, hareketin bizzat içinde kendi görür; ihtiyaç duyduğu ilkeleri, hedef ve programı, öznel güçten ödünç alır. İkincisi, öncü özne, her şeyden önce, politik bir güçtür. Gücünün ölçüsü, yığınlar içinde yarattığı politik etkidedir. Referandum sürecinde gördük ki, Leninistlerin ortaya koyduğu görüşler, duru bir göle düşen küçük damlalar gibi birbiriyle bağlantısız halkalar halinde yayıldı. Görüş ve önerilerimiz, başkaları tarafından, ama özellikle partisiz çevreler tarafından sahiplenildi, tekrarlandı, pek çokları bunları kendi görüşleri gibi yaydı.

Referandumdan bu yana sergilenen kitle pratiği paradoksu yeterince geçersiz hale getirmiş olmalıdır. Bunu anlayabilmek için, Gezi heyulasının ufkumuzu tümüyle kapatmasına izin vermemek yeter. Hareket, topyekun ayaklanma biçiminde değil, ama parçalı ve faşizmi hareketsiz kalmaya zorlayacak denli güçlü isyanlar; her adımda bir eksikliği kapatmak için örgütlü ve soğukkanlı bir çaba, geçmiş deneyimlerden öğrenmeye yönelik bir eğilim ve tartışma, birleşik bir merkez yaratmak, ısrarlı çağrılar ve girişimler biçiminde, bir süre daha yol alacak. Sembol olarak Denizler, şiar olarak “Bütün İktidar Emeğin Olacak” sloganını öne çıkartacak bir dönem bu. Geniş kitlelere bundan sonra, ayaklanmanın zorunluluğunu kavratmak için çok enerji harcamaya gerek kalmayacak. Bu ayaklanmanın hangi koşullar yerine getirilirse yarım kalmayacağını kavratmak daha önemlidir. Genel silahlanma, komite ve konseyler, GDH programı ve şiarı, ajitasyonun öne çıktığı bir faaliyetin ana unsurlarıdır.

Sabır ve ısrar... Denizlerle buluşan halk okyanusunu böyle karşılayacağız.

Umut Çakır