Yazdır

Efrin’i işgal girişimi, işgalcilerin amaçlarına ulaşıp ulaşmayacaklarından bağımsız olarak, bir “savaştır”. Bunu, Türkiye’nin giriştiği askeri fiilin basit, geçici, kısa sürede bitecek bir “operasyon”, hani şu G. Kürdistan’a sık sık yapılan alışdık operasyonlardan biri olmadığını vurgulamak için söylüyoruz.

Dinci-faşist iktidarın ve faşist devletin başı, bu gerçeği yakın zamanda partisinin bir toplantısında “savaştayız” sözleriyle itiraf etmiştir. Devlet, basınıyla, başka propaganda araçlarıyla bugüne kadar giriştiği askeri fiilin basit, sıradan bir “operasyon” biçiminde algılanması için çaba gösteriyordu. Belli ki artık buna ihtiyaç kalmamış ya da artık mızrak çuvala sığmıyor.

Her ne hal ise, sonuçta Türkiye, süresi, kapsamı, şiddeti vb yönlerden tümüyle belirsiz bir savaşı başlatmış bulunuyor ve dolayısıyla bir savaşın tüm sonuçlarıyla karşı karşıya kalacaktır. Bu sonuçların neler olabileceğine ve devrimci proletaryayla birlikte devrimci komünist güçlerin bu savaş karşısında nasıl bir politika izlemeleri gerektiğine gelmeden önce, savaşın karakterine ilişkin bir kaç noktanın altını çizmek gerekiyor.

Öncelikle şu hususun altının çizilmesi lazım: Bu, işgal ve ilhak amaçlı bir savaştır. Bu işgal ve ilhak girişiminde toprak kazanmak amacı olmakla birlikte asıl amaç, Rojava Devrimini ve bu devrimle birlikte, öncelikle Kürt ulusunun özgürlük savaşını, dolayısıyla Türkiye ve Kürdistan birleşik devrimini ezmektir.

Gerçekte buradaki amaçlar iç içe geçmiş durumda. Yani biri diğerinin hem nedeni hem de sonucu. Kalıcı olabilmek için, kafalarını sokabildikleri, ayak basabildikleri yeri işgal ve ilhak etmeye çalışıyorlar. Dinci-faşist iktidarın içişleri bakanı “Azez’de Cerablus’ta, Mare’de bugün kaymakamımız var, emniyet müdürümüz var, jandarma komutanımız var” sözleriyle itiraf etti. Anlayacağımız, “Secaat ederken sirkatin söyledi”. Kalıcı olmak zorundalar, yoksa asıl amaçlarına ulaşamazlar.

Faşist devlet ve dinci-faşist iktidarın birleşik devrimi ezmek için 2016-2017 arasında Kürdistan’da nasıl bir katliam yaptığını; bu katliama bütün emperyalist devletlerin doğrudan ya da dolaylı onay verdiğini gördük; biliyoruz. Bunun nedenini ABD Savunma Bakanı, biraz geç de olsa ortaya koydu. Gazetelerden aktarıyoruz:

Mattis (ABD Savunma Bakanı) ayrıca, Türkiye’nin, sınırları içerisinde “silahlı ayaklanmanın” devam ettiği tek ülke olduğunu belirterek, “Türkiye’nin Suriye sınırlarına dair meşru güvenlik kaygıları var ve biz bunu zerre kadar inkar etmiyoruz.” (Cumhuriyet, 12.02.2018)

Görüldüğü gibi emperyalistler Türkiye’de birincisi, “silahlı bir ayaklanmanın, yani devrimin olduğunu tespit ediyorlar; ikincisi bunun devam ettiğini düşünüyorlar. Bu sözler, emperyalistlerin, her şeye rağmen, kritik durumlarda faşist devletin ve dinci-faşist iktidarın arkasında neden tereddütsüz durduklarının anahtarını veriyor.

Ne var ki, dinci-faşist devlet, ne yaptıysa Türkiye-Kürdistan birleşik devrimini bastıramadı. Şimdi, bu devrimin güç ve moral alabileceği odakları, mevzileri dağıtma yöntemine başvuruyor. Efrin’i işgal ve ilhak girişiminin yol açtığı savaş bu ihtiyaçtan kaynaklanıyor.

Kuşkusuz bu bir savaştır; dört başı mamur bir savaştır. Dolayısıyla her dış savaşın yol açacağı sonuçlara, Efrin’i işgal savaşı da yol açacaktır.

Savaş emekçi sınıflar, ezilen halklar ve işçi sınıfı için açlık, yoksulluk, kan ve gözyaşı demektir. Gelecekte belirleyici rolü, savaşın bu sonuçlarının yol açtığı kitlesel kızgınlık ve öfkeli ruh hali oynayacak. Dinci-faşist iktidarın ve faşist devletin yaratmaya çalıştığı şoven hava uzun süreli olamaz. Ki, tüm faşist terör ve propagandaya rağmen, faşist devlet ve dinci-faşist iktidar Türkiye’yi kaplayan bir şoven atmosfer yaratmayı başarabilmiş değil.

Bu savaşın 1904-1905 Rus-Japon savaşının yarattığı etkinin benzerini, yani Rusya’nın yenilgisinin 1905 Devrimini hızlandırması gibi bir etki yaratma olasılığı gözardı edilmemeli. Sonuç ne olursa olsun, savaş, Türkiye’deki krizi derinleştirecek, devrimin gerekli tüm koşullarını daha da olgunlaştıracak, tekelci sermaye sınıfının egemenliğini temellerinden sarsacaktır.

Bu koşullarda, devrimci komünist parti, savaşın ortaya çıkaracağı koşullardan bir devrim için, tekelci sermaye sınıfı egemenliğinin yıkılıp yerine devrimci demokratik bir iktidarın kurulması, tüm iktidarın işçi ve diğer emekçi sınıfların eline geçmesi için yararlanma politikası izleyecektir. Bu amaçla, devrimci komünist parti “kendi” hükümetinin yenilgisini tereddütsüz istemeli, bunun için çalışmalıdır. Yenilgi, sadece hükümetin değil ama sömürü düzeninin, savaşın, açlığın, yoksulluğun, işsizliğin, halklar üzerindeki baskı ve terörün kaynağının yıkılması, ortadan kalkması anlamına gelecek.

Faşist devlet ve tekelci kapitalist egemenlik “savaşta”. Savaşın nedeni de kaynağı da kendilerinden başkası değil. Savaşın toplumun ezilen, sömürülen sınıfları, ezilen halkları üzerinde yol açacağı yıkım, savaşın kaynağının ortadan kaldırılmasının koşullarını da olgunlaştıracaktır. Bu koşullarda tekelci egemenliği bir devrimle yıkmak ve tüm iktidarı emekçi sınıfların eline vermek dışında izlenecek her politika burjuva sınıfa hizmet edecektir.

Oportünistlerin ve sosyal reformistlerin, kitlelerin önüne koymaya çalıştıkları “AKP’yi geriletmek”, “tek adam yönetimine son vermek” gibi hedefler, burjuva sınıfa hizmet edecek hedeflerdir. Bu hedefler, düzeni bir devrimle yıkmanın koşulları ortaya çıkmışken kitleleri devrime değil ama reformlara yönelten; kitleleri düzen sınırları içinde tutacak hedeflerdir.

Emekçi sınıflar ve ezilen halklar yıllardır devrimci enerji biriktiriyorlar. Savaş, bu devrimci enerjiyi olağanüstü boyutlara taşıyacak. Belirtilerini şimdiden görüyoruz.

Bütün hazırlıklar birleşik devrim için, birleşik devrimin zaferi için yapılmalıdır.