Yazdır

23 Haziran’da yapılan AKP-MHP’sinden CHP’sine, devlet ve onun kurumlarına kadar tüm düzeni kurtarma seçimi bitti. Bu seçime, böyle bir rol biçildiğini biz söylemiyoruz. Yeni Yaşam’dan Cafer Menafi söylüyor.

Peki, düzeni nasıl kurtardıklarını sanıyorlar? HDP ve onun anaforuna kapılanların CHP’ye verdiği destek sayesinde. Kazanan CHP’nin düzeni kurtaracağı iddia edilmiyor. Eğer AKP kazansaydı, kimsenin sandık inancının kalmayacağını; dolayısıyla sandığın itibarını kurtararak düzeni kurtardıklarını sanıyorlar. Buna düzeni kurtarmak mı, günü kurtarmak mı denir?

HDP ve onun siyasal çizgisi bunu yapmaya mecburdu. Çünkü varlık sebebi sandık. Kitlelerin devrimci inisiyatifinin tasfiye edilmesi. Sandığın olmadığı yerde HDP siyasetinin bir anlamının olmayacağı açık. Dolayısıyla HDP var oluş nedenine uygun davranıp, düzeni kurtarmadan yana oldu. Yarın da böyle olacak.

“Günü kurtardı da, düzeni kurtarabildiler mi?” diye sorulabilir. Şöyle yanıtlayalım bu soruyu: Önce kendilerini kurtarsınlar, belki ondan sonra boylarını aşan işleri yapmayı becerebilirler. HDP, CHP’nin 90’lı yıllarda yaşadığı sendromu yaşıyor. CHP, düzeni kurtarmak için demokratik-ilerici görünümünü kaybetmeyi göze almış ve kendi inandırıcılığını masaya sürmüştü. Düzene ve onun kurumlarına siper olmuştu. Bu uğurda öyle şeyler yaptı ki, sonu çöküş oldu. Düzen, CHP’yi mayın tarlasına sürerek, toplumsal devrim karşısındaki en önemli aracını kaybetmişti. Günü kurtarmanın bedeli. HDP de uzun zamandır, düzeni kurtarmak için kendi inandırıcılığını masaya sürüyor ve kendine yakıştırılan tüm olumlu algıyı peyder pey kaybediyor. Düzenin günü kurtarma zorunluluğu, reformizmi de bitiriyor. Tabii kaybeden sadece HDP mi yoksa onun dayandığı küçük burjuva hareketler mi? Bu sorunun cevabını kendileri düşünsün. Biz, sosyal reformizm kaybediyor diye üzülecek değiliz.

Gerçi komünistlerin ağzından “devlet-iktidar” kelimelerini duyduklarında tüyleri diken diken olanların; burjuva devletin ve iktidarın kurtarılmasına neden aracı oldukları da, felsefi-teorik açıklamaya muhtaç demeden edemeyeceğiz. Dünya görüşü ile çelişen strateji-taktik olur mu? Dikkatlerden kaçmaması için hatırlatmış olalım.

Bu arada, boykot çağrılarının da ne kadar yerinde olduğu, bu sandık sevdalılarının itirafından sonra bir kez daha görülmüş oldu. Düzeni yaşatıp yaşatmama sorununun gündemde olduğu yerde, sandık kuyruğuna girmek, cenazede gözün aydın kuyruğuna girmeye benzer.

Ve de, bu seçimin, “CHP” mi, “AKP” mi, “faşizm” mi, “faşizme barikat olma” mı mevzusu olmadığı da biliniyormuş meğer. "Sol, sosyalist yurtsever, liberal" vb.leri için mevzu düzeni kurtarma mevzusuymuş! İnsanın aklına, “Acaba bizlere ve halklara açıklamadıkları başka neleri biliyorlar ve ne zaman açıklayacaklar?” sorusu da gelmiyor değil.

İşte insan aklı, dogmatik değil, sorgulayıcı olunca, sorular sormadan duramıyor. Neler neler geliyor akla. Mesela, durumun böyle olduğu, neden seçim öncesi açıklanmadı? diye sormak da geliyor akla. Şöyle bir bildirinin kaleme alındığını düşünün: “Ey devrimci, yurtsever, demokrat, sosyalist, alevi halkımız; sandığa gitmezseniz, sizi yıllardır ezen bu düzen mahvolacak. Kurtulmak için bizim yardımımızı istiyorlar, gidin ve onları kurtarın!” Gerçekten, neden böyle bir çağrı kaleme almadılar ki! Acaba alacakları cevaptan korkmuş olabilirler mi? Korkudan halka gerçek düşünceleri açıklayamamak; işte reformist çizginin siyaseten bitişinin başladığı yer burasıdır.

Bu düzenin yıkılmasından, uzlaşmacıların ve liberallerin rahatsız olduğu açık. Lakin, önemli olan tarihin yapıcısı devrimci kitlelerin ne düşündüğüdür. Onlar hiç de rahatsız değil. Daha ötesi, buldukları her fırsatı bu düzene son vermek için değerlendirmekten geri durmuyorlar.

Düzenin kurtarılması umuduyla burjuvazinin ve uzlaşmacıların canhıraş çalıştığı İstanbul seçimlerine, yaklaşık 1 milyon 200 bin kişi katılmadı. İsteyen, boykot etti de diyebilir. Fark etmez. Bu 1 milyon 200 bin kişinin tavrını kim nasıl nitelerse nitelesin, bu kadar insanın, düzenin kurtarılmasıyla ilgilenmediği gerçeğini değiştirmez.

Ama daha önemli bir olgu var.  Kimsenin sağa sola bükemeyeceği bir olgu: HDP’ye oy veren kitlenin tavrı. Herkesin en politik kitle diye tanımladığı; devrimin toplumsal tabanı içinde yer almakla kalmayıp, bu tabanın en aktif kesimini büyük oranda içinde barındıran kitlenin tavrı.

Kitlelerin ortalama hatta geri yanına bakmayı ve buradan her türlü uzlaşmacılığı üretmeyi çok sevenler; kitlelerin bir de ileri, devrimci yanları olduğunu hep gizlemişlerdir. Bu seçimde de herkes, HDP kitlesinin nasıl seçimin kaderini belirlediğini anlatıp duruyor. Ama işin bir de başka yönü var.

"Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı", seçim sonrası bir araştırma yayınladı. Yeni Yaşam’dan Adnan Çelik de bunu aktarmış. Durum şöyle:

31 Mart’ta HDP’den CHP’ye giden oy 911 bin.

23 Haziran’da HDP’den CHP’ye giden oy 1 milyon 28 bin.

Peki oy vermeye gitmeyen HDP’li kitle ne kadar? 2018 seçimlerinde HDP’nin İstanbul’da aldığı oy: 1 milyon 125 bin. Dolayısıyla:

31 Mart’ta 284 bin HDP’li yani HDP kitlesinin %24’ü.

23 Haziranda 167 bin HDP’li yani HDP kitlesinin %14’ü oy kullanmadı.

Biz 23 Haziran’ı yani kitlenin tam saha prese maruz kaldığı seçimdeki 167 bin kişinin boykot tavrını baz alalım. -Bu tartışmasız biçimde boykot eden kitledir.- Bu rakam ne anlatıyor bize.

-Her türlü ikna çabasına rağmen daha doğrusu demagojiye rağmen, bu seçimin düzene nefes aldırma seçimi olduğunu gören büyük bir kitle olduğunu,

-Tüm demagojiye rağmen 167 bin emekçinin bunu görebilmesi, yetkinleşmiş devrimci bilincin oldukça yaygınlık kazandığını,

-Dolayısıyla bir devrime önderlik edebilecek nicelik ve nitelikte bir devrimci kitlenin olduğunu,

-Bu kitlenin ulaşmış olduğu niceliksel güç sayesinde, İstanbul’a yayılmış ve devrimin toplumsal tabanı olan milyonları organik olarak yönlendirme olanağının oluştuğunu (Gezi’ye katılan yaklaşık 3 milyon kişi olduğunu düşünürsek, yaklaşık olarak 1’e 20 oranı yakalamış durumda.)

-Dolayısıyla, bu kitlenin devrimci bir program etrafında toplanması halinde, bir devrimin, başarılı bir Gezi Halk Ayaklanması' nın somut bir olanak olarak önümüzde durduğunu anlatıyor.

Ve unutmayalım, bu 167 bin kişiye seçimde sandığa gitmemiş geri kalan 1 milyon kişi içindeki onbinleri de eklemek gerekir.

Ortaya koyduğumuz bu tablo bir kurgu, varsayım değil. Gezi Haziran Halk Ayaklanmasını hatırlayalım. Onbinlerin ısrarla sokağı terk etmemesi sonucu Gezi’nin nasıl doğduğunu ve Gezi günlerinde, Gezi Parkı’nda yapılan bir araştırmayı da önceden paylaşmıştık. Gezi’ye katılanların %18’i oy kullanmayacağını, %29’u kararsız olduğunu, %8’i HDP’ye oy vereceğini söylemişti. Bu rakamlar ve 23 Haziran’da ortaya çıkan tabloyla uyum içinde. Devrime hazır milyonlar ve onlara öncülük etmeye hazır yüzbinler var.

Bu tablo Lenin’in 1905’in devrimine dair bir konferansta gençlere söylediklerini hatırlatıyor:

“...Bir kaç ay sonra durum bambaşkaydı. Sosyal-demokrat yüzler, ‘aniden’ binler oldu, binler ise 2-3 milyon proleterin önderi durumuna geldi. Proleter mücadele 50-100 milyon köylü kitlesi içinde büyük bir mayalanma, hatta kısmen devrimci bir hareket doğurdu, bu köylü hareketi ordu içinde sempati yarattı ve askeri isyanlara ordunun bir kısmının diğer kesimine karşı silahlı mücadelesine yol açtı. 130 milyon nüfuslu dev ülke kendini devrimin içinde buldu... Bu geçişi incelemek, olanaklarını, deyim yerindeyse yöntem ya da yollarını kavramak gerekir...”

Bu topraklarda, uzun süredir devam eden devrimci mücadele sayesinde, hem binler hem milyonlar oluşmuş durumda. Yüzlerle ifade edilen devrimci komünistlerin ‘aniden’ ya da ‘ısrarlı bir çaba ile kısa zamanda’ binler olması ve bu binlerin de bir devrimde milyonlara önderlik etmesinin koşulları fazlasıyla var. Yeter ki, sayıları yüzlerle ifade edilen devrimci komünistler, neredeyse her önemli olayda kendileri gibi düşünen ve sokaklarda her daim omuz omuza olduğu bu binlerle organik bağlar kurmayı ve onların bir program doğrultusunda hareket etmesini sağlayabilsin. Devrim sandığımızdan daha yakında.

İ.Cevat Çetiner