Yazdır

 

2007 Mayıs’ında süresi dolacak olan Cumhurbaşkanlığına kimin getirileceğine dair fırtına bir yıl öncesinden koptu. Bu fırtına, tepedeki çatlağın bir görünüm biçimiydi. Emperyalizm, yeni evrede bağımlı ülkelerde uyguladığı tam ilhak politikalarına uygun yeni iktidar blokları oluşturmaya başlamıştı. Hükümeti, parlamento çoğunluğunu elinden kaçıran eski iktidar bloğu, buna bağlı olarak kimi ayrıcalıklarını kaybediyordu. Tekelci sermayenin egemenlik aygıtından başka bir şey olmayan bugünkü devlet içinde iktidardaki ağırlığını yitirse de bürokrasiden orduya kadar önemli bir kesimle ilişkileri, ortak çıkarları var. Hükümeti ve parlamento çoğunluğunu ele geçiren sermaye grubu, bunların yerine kendi kadrolarını yerleştirecektir. Bu nedenle iktidar bloğunun dışına itilen kesimle, yeni iktidar bloğunu kurmaya girişen kesim arasındaki mücadele oldukça sert ve uzun geçecekti. İşte kopan fırtınanın arka planında bunlar vardı.

Tepede ortaya çıkan yönetenlerin krizi, aslında bir “eski yöntemlerle” yönetememe krizidir. Bu krizin derinleştiği, devletin en önemli kurumlarının bu nedenle açıktan çatışmaya başladığı bir döneme girilmektedir. Devrimin zaferi için gereken koşullardan biri daha olgunlaşmaya başlamıştır.

Hem ABD hem de AB emperyalizmi, Türkiye’yi Ortadoğu’nun bir karşı-devrim üssü haline getirmek istiyordu. Bunun için ilk yapılması gereken iç savaşın bitirilmesi ve birleşik devrimin tasfiye edilmesiydi. Bunun önündeki en ciddi engel ise Kürdistan’da gerillanın varlığıydı. Birleşik devrimin daha ileri olduğu Kürdistan’daki ideolojik kırılganlığın farkında olan emperyalistler, bir kaç küçük ödünle Kürt sorununu çözer gibi yaparak “gerillayı dağdan indirmek” ve Kürdistan devrimini tasfiye etmek amacıyla harekete geçti.

Tekelci sermayenin planı bu olsa da gerçek durum farklıydı. Eylül’de yaşananlar bunu gösterdi. İstanbul’da 1 Eylül mitingine saldıran polis silah kullandı. İstanbul emniyet müdürü tescilli faşist C. Cerrah, korumalarıyla birlikte kitlenin içine dalıp terör estirirken polis ve asker de kitleyi kuşattı. Cerrah’ın bütün kışkırtmalarına karşın kitle provokasyona gelmedi. Bu, toplu bir katliamı engellese de kitlenin gaza boğulmasının önüne geçemedi. Bu saldırı yeniden düzenlenip meclisten geçirilen TMY’ye dayandırılıyordu. Bu yeni TMY’ye göre her türlü yasal gösteri ve miting terör eylemi sayılabilecek, katılımcılar terörist ilan edilerek ona göre muameleye tabi tutulabilecekti. Yani bu yasayla devlet terörünün her biçimine yasal kılıf hazırlanmıştı. Sermaye bu yasayla artık iç savaşın üzerindeki bütün örtüleri de kaldırıyordu. Taşra kentlerinde linçler alkışlanıp teşvik edilirken, metropollerde açıktan katliam yapabileceğinin işaretlerini veriyordu. Akyazı, Bergama, Trabzon ve başka yerlerde polis gözetiminde linç ayinleri düzenlenirken, büyük kentlerde mitinglere saldırılmaya başlanmıştı. Sermaye kendi ırkçı faşist tabanına bu yolla moral vermeye, cesaret aşılamaya çalışırken, Kürt halkına da, “değil metropollerde, size kendi topraklarınızda bile rahat vermeyeceğim” diyordu. İlk adımları Amed’de bombalarla çoğunluğu çocuk 10 kişinin katledilmesi oldu. Bütün kanıtlara ve onlarca görgü tanığına rağmen faşist basın da bunu PKK yaptı diyerek görevini yerine getiriyordu. Hatta çarpıtma ve yalanda o kadar ileri gitti ki, bu devlet katliamını protesto gösterisi yapan kitleleri, “teröre lanet” gösterisi yapıyorlar diye gösterdi.

Devlet bunları yaparken Amed halkının Mart ayında olduğu gibi ayaklanacağını bekliyor hatta istiyordu. Amacı, kışkırtarak ayaklanmasına neden olduğu kitleleri yeni TMY’ye dayanarak kırımdan geçirmek, kalanları da terörist diye zindanlara doldurarak halkın moralini bozmaktı.

2007 yılı yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Bu topraklarda yaşayan kadim halklardan birinin, vurula kırıla bir avuç kalmış Ermeni ulusal topluluğundan biri olan Hrant Dink bir devlet suikastıyla katledildi. Buna tepki gösteren yüzbinler bir anda “Hepimiz Ermeniyiz” şiarıyla sokağa döküldü. Osmanbey’de, Agos gazetesinin önünde altı delik ayakkabısıyla yüzüstü yatan Hrant Dink’in bu görünüşü, hiç bir çağrıya, hiç bir organizasyona gerek kalmaksızın, saatler içinde 200 binden fazla insanı oraya topladı. Hrant Dink’in katli yüzyıllık yaraya neşter vurdu; yüzyıllık önyargıları kırdığı gibi, kitleler tarafından ortaya konan güçlü destek de, soykırımdan geçirilmiş baskıyla, terörle sindirilmiş, yalnız bırakılmış Ermeni ulusal topluluğunun özgüvenlerini kazanmalarına yol açmıştır.

Uzun yıllardan beri çok sert süren sınıflar mücadelesi iç savaş noktasına geleli çok olmuştu. Hrant Dink’in devlet tarafından Marquez’ın Kırmızı Pazartesi’sinde anlattığı cinayetten daha açık biçimde öldürülmesi, yıllardır biriken öfkeyi bir kitle patlaması olarak sokağa döktü; sola kayan kitleleri yüreklerinden ve beyinlerinden yakalayarak devrim saflarına çekti.

Marx, “Devrim karşı-devrimi örgütleyerek ilerler” diyor. Bunun tersi, yani karşı-devrim, belli koşullarda, devrimin daha da ilerlemesine yol açar önermesi de doğrudur. İşte 20 Ocak 2007’de milyonları aynı öfkeyle, aynı coşkun duygularla sokağa döken, karşı-devrimin bir süreden beri sokak hakimiyetini ele geçirmek, moral üstünlük kurmak için estirdiği terör oldu. Şovenizmle zehirlenip militarizm sosuna bandırılan işsiz güçsüz, serseri takımı lümpenlerden derlenen  linç güruhlarıyla, yine bu kesimden derlenip yetiştirilen polisiyle ve anti-komünizmi ezelden bilinen ordusuyla devlet de dahil resmi-sivil bütün gerici faşist güçlerin egemen olabilmek için estirdiği terör geri tepti; yüzbinler, milyonlar sokaklara aktı. Devrimle karşı-devrim kozlarını artık sokaklarda, açıktan paylaşmaya hazırlanıyordu.

Bu kitle patlamasıyla birlikte toplumsal kutuplaşma daha da derinleşti. Yeni yeni kitleler politik hayata uyandı. Bu durum hem Newroz’da hem de daha sonraki olaylarda özellikle 1 Mayıs’ta açıkça görüldü. Newroz sadece Kürdistan’da değil, İstanbul Ankara, İzmir gibi metropollerin yani sıra pek çok kentte de yüzbinlerin katıldığı kitlesel gösterilerle kutlandı. Büyük kentlerin varoşlarında günlerce süren etkinlikler yapıldı.

Özgür Güven