Yazdır

Pandemi, en azından bir süreliğine, kitle hareketine yönelik, sürekli ayaklarımıza zift gibi yapışan kötümser bakış açısını arka plana itti. Ne de olsa kimse, bu aşamada büyük kalabalıklar halinde bir araya gelmeyi istemez.

Oysa, bizzat pandemi devrimci kitlelerin önüne genel bir hareket sorununu koyuyor ve bu sorun şu veya bu şekilde, partilerin öncülüğünde ya da değil, mutlaka çözümlenecektir. Üstelik sorun, giderek yaşamsal aciliyet taşımaya başlıyor. Öyleyse bu pandemi günlerinde, bir kez daha genel kitle hareketinin yeni biçimlerini öne çıkan karakterini, ulaşılan bilinç düzeyini gözler önüne sermek, yerinde olacaktır.

Bir kez Everest’e çıkan her dağcı için, tüm diğer zirveler küçük görünür. Israrla dile getirdik ki, Gezi ve Kobani ayaklanmaları dizisi, devrimci bakışın ufkunu bir heyula gibi kapladı. Küçük burjuvaziye özgü kötümserlikle, bu muazzam ayaklanmaların gerisinde kalan her kitle eylemi yok sayıldı. Hâlâ öyledir. Yaşadığımız topraklarda, genel devrimci kitle hareketinin az çok uzun bir dönemi üzerine, hiçbir ciddi analize dayanmayan bu kötümserlik, bardağın boş veya dolu tarafını görmek gibi, aslında kendini karşıtıyla eşitleyen ve bir ölçüde mazur gösterilecek bir özellikte değildir. Bardağın boş tarafında darkafalılık ve kitlelere duyulan güvensizlik hüküm sürerken, dolu tarafında tarihsel kavrayış ve umudu iğne deliğinden geçiren cüret vardır.

Bu tarihsel kavrayışa dayanıp, kitle hareketinin az çok uzun bir dönemi gözönüne alındığında, bir ayrım netlik kazanır: Partili ve partisiz devrimcilik. Uzun dönemde, birincisine nazaran ikincisi o denli ağır basmıştır ki, hareketin geneline damgasını vuran odur.

Ayrımı netleştirmek gerek. 1905 sonunda kaleme aldığı “Sosyalist Parti ve Partisiz Devrimcilik” başlıklı makalesinde Lenin; partisiz devrimciliğin, eski düzene karşı olduğu halde, belirli hiçbir sosyal-sınıfsal ideale sahip olmayan geniş demokratik kesimlerin, “talepler” çerçevesinde yürüyen hareketine dikkat çekiyordu. “İnsanca bir kültürel yaşam ihtiyacı, bütünleşme, kendi saygınlığını, insan haklarını koruma ihtiyacı, her şeyi ve herkesi kapsıyor, tüm sınıfları birleştiriyor, her çeşit parti ilkesinin ötesine geçiyor, daha uzun süre parti ilkesi aşamasına gelemeyecek insanları sarsıyor.”

Hukuksal ve kültürel taleplerde ifadesini bulan bu devrimcilik, yaşadığımız topraklarda, faşizmin kurumsal yapısıyla sürekli savaşım vermek zorunda kaldığı ölçüde devrimci bir hareket karakteri kazanmıştır. Kimilerine şaşırtıcı gelebilir ama parti ve örgüt gruplarının çok büyük kalabalıkları ardında yürüttüğü günlere damgasını, parti ilkesi vurmamıştır. Çünkü burada, devrimi bir “talepler silsilesi”nden ibaret sayan çok derin bir oportünizm damarı var. O pankartların ardında yürüyenlerin ezici çoğunluğu, bilinç yönünden, bir taleple yola çıkmış, anlı şanlı devrimci partilerce en çok “hesap sorma”nın kıyısına dek taşınabilmiş insanlardan oluşuyordu. Talepler silsilesiyle kopmuş bağları bulunan bu “hesap sorma” taktiği, nihai politik hesaplaşmayı, seçim sandıklarına havale ediyordu. Bu yüzden, sosyal-siyasi ideallerle donanmış parti ilkesi aşamasına ulaşamıyordu.

Lenin’e dayanarak yaptığımız ayrımda, partili devrimciliğin, birebir parti üyeliğini ya da militanlığını ima etmediği açıktır. Burada söz konusu olan, parti ilkesi aşamasına gelen bir kitle hareketidir. Yani tek tek ve dar, yerel talepleri aşmış, tümünü bir sosyal-siyasal ideale bağlamış emekçi sınıf gruplarıdır söz konusu olan.

Gezi, geniş bir kitlenin bu ideale çok yaklaştığı bir dönemi açmıştı. Ayaklanma, önceden kimsenin tahmin edemeyeceği bir “ağaç” talebinden doğmuştu. Ama bir anda genelleşen ayaklanma, kendisiyle birlikte, genel siyasal bir hedefi zorunlu kılmıştı; daha ileri gidebilmesinin biricik koşulu buydu. Oportünizmin uğursuz rolü burada devreye girdi ve hareketi genel siyasal idealler, yani bir parti ilkesi seviyesine taşıyacağına alışık oldukları geri düzleme, talepler seviyesine çekmek konumunda proleter devrimcilere üstün geldiler.

Yine de, sel gider, kum kalır. Gezi ve Kobani ayaklanmaları dönemi boyunca, partisiz kitleler, ne kendi halihazırdaki karakterlerine uyan, ne de ihtiyaç duyduğu parti ilkesini bu kitlelerde bulan hareketin genel sorunları karşısında bocaladılar. Ayaklanmalar dönemi süresince, kitleler, hasmını yere serebilmek için, en geniş ve koordineli bir eylemin zorunluluğuna kesin kanaat getirdiler, ama böyle bir eylem, henüz daha “talepler” silsilesiyle boğulan partisiz devrimcilik karakteriyle uyuşmazlık içindeydi. Başından beri ayaklanmanın sorunlarının farkında olan Leninistlerin çabaları yeterli olmadı. Bir öncünün, kitlesel hareketi “doğru yola sokma müdahalesi” yetersiz kalırsa ne olur? Elbette kitle o yolu, zor yoldan, uzun ve kafasını duvarlara çarpa çarpa bulmaya girişir.

2016 sonrası genel kitle eyleminin biçimi değişti. Öncesinde, tek tek talepleri dile getirmek üzere çoğu kez ardı ardına ve kopuk kopuk eylem alanlarını dolduran, karmaşıklığı ölçüsünde dinamizmi yüksek bir eylem biçimi bulunuyordu. Sonrasında ise, adeta uygun bir “parti ilkesi” arar gibi, şu ya da bu talep için değil, ama sosyal-siyasal bir ideal izlenimi veren herhangi bir içerik gördüklerinde, topluca eylem alanlarına akan kitleler gördük. Kısa bir dönem bu parti ilkesini soyut “adalet” kavramında aradılar. Daha sonra dinci faşizmin karşısına çıkartılan, daha önce hiç tanımadıkları kişileri, arayıp durdukları ideallerin yerine koydular. Kafanın çarptığı her durum genel kitle hareketi için derin ders oldu.

Öncesinde (Gezi ve Kobani ayaklanmalar döneminden önce), farklı düzeyde bilinç, farklı düzeyde örgütlenme ve farklı taleplerle çok uzun süre yürüyen kitle eylemi, yüksek enerji ve süreklilik dinamiğini, tam da bu karmaşadan alıyordu. Oysa, ayaklanmalar dönemi, daha yüksek; daha homojen bir bilinç ve örgütlenme ve elbette “tek talep” yani sosyal-siyasal ideali zorunlu kılınca, farklılığın doğurduğu dinamizm, yerini az çok uzun bir sessiz birikim döneminden sonra, aniden muazzam bir gövde gösterisiyle kendini ele veren bir kesintili dinamik sürece bıraktı.

Parti ilkesi düzeyinde bir içerik arayan bu yeni eylem biçimini anlamayanlar, yani uzunca bir süre bağlanıp derin alışkanlıklar, düşünme tarzı edindikleri o sürekli dinamizmi göremeyenler, “kitleler bedel ödemek istemiyor” gibi kısır bir bakışa saplandılar. Bu bakış açısı, kimilerini tamamen elini kolunu bağladı. Kimilerini ise, bedel ödemekten korkulmaması gerektiğini kitlelere göstermek adına, “yüreklendirici eylem” hattına soktu. Oysa sorun, tam da o noktada, yüreklendirmeden çok, eski biçimin artık yeterli olmaması, içeriğini arayan harekete uygun düşmemesiydi. Büyük bedeller ödenerek yürütülen gerçekten kahramanca eylemler, basitçe bir “talep” uğruna yükseltildiği müddetçe, aynı aşılmaz duvara tosladı durdu. Sorun “korku ve kaygı” dolu kitlelerin, bilimsel açıdan hiçbir kanıt sunulamayan psikolojisinde değildi. Sorun apaçık politikti: Kitleler, uğruna ödenecek bedellere değecek bir ideal aramakla meşguldü.

Pandemi dönemi, arayış içindeki kitle eylem çizgisine, hem uygun bir içerik kazandırıyor, hem de bu arayışı yaşamsal bir aciliyetle kamçılıyor. Çünkü pandemi, toplumsal-siyasal çöküşü, hiç olmadığı kadar tam hale getiriyor ve Lenin’in belirttiği üzere; “çöküş ne denli tam olursa halk gerekli dersi almış olur ve tutacağı doğru yolu o denli kolay bulur.”

Pandeminin getirdiği çöküşün bu tam niteliğini ilk sezinleyen işçi sınıfı oldu. DİSK, (kuşkusuz, ensesinde boza pişirmeye başlayan İTK’nın da varlığıyla) 1 Mayıs’ta alanlara, “Yeni bir toplumsal düzen” gibi, ancak parti ilkesiyle karşılanabilecek bir şiar öne sürerek çıktı. Ne var ki, bu şiarı pankartlarına nakşedenler, nasıl bir yılanı yuvasından çıkardıklarını hemen fark etmiş olmalılar ki, bu korku ve eski alışkanlıklarıyla, bu apaçık parti ilkesini, hemen hukuksal silsilesiyle boğma yoluna gittiler.

Yine de, “yeni bir toplum düzeni” bir parti ilkesine en çok yaklaşan şiar olarak, bir kez ortaya atılmıştır. Pandeminin sürüklediği tam çöküşle, tutacağı doğru yolu aramaya hız kazandıran devrimci kitle hareketi, kozasını bu çekirdek etrafında örecektir.

Umut Çakır