Yazdır

24 Haziran geride kaldı. “Yüzyılın seçimi” bitti! Bir varlık yokluk sorunu haline getirilen, “en önemli seçim” denilen süreç sona erdi. “Tek adamı engelleyemezsek her şey biter” diyenlere rağmen o “tek adam”, malum hile ve hurda ile amacına ulaştı.

2,5 milyon ölü, seçmen olarak kaydedildi ve mezarlarından kalkarak “dijital oy” kullandı; hiç varolmamış “yurttaşlar” bir anda seçmen kütüklerinde boy gösterip yine “dijital oy” kullanıverdi; özel harekatçı-korucu ortaklığında sandıklara blok oylar dolduruldu; dizginsiz bir terör eşliğinde taşınan sandıklarla oylar değiştirildi; tüm devlet imkanlarına dayanılarak “tek sesli kampanya süreci” yaşandı… Nihayetinde “adam kazandı!”

Peki işin tam da böyle olacağı bilinmiyor muydu? Cümle alemin malumu değil miydi bütün bunlar? Öyleyse ne demeye “bu defa çalamayacaklar” naraları atıldı? Neden “kazanamazsak bu son seçim olur, her şey biter” diye insanları korkuttular? Hangi akla hizmetle “kaybederse mecburen gider” diyerek sandıkla gönderme garantisi vermeye kalktılar?

Yok hayır, sandığa gidip gitmeme meselesini tartışmak için sormuyoruz bu soruları. Çok daha temel bir sorunumuz var. “Özel bir politika olarak boykot” tartışmasından çok daha temel bir sorun. Su katılmamış bir parlamenter ahmaklığın alabildiğine yaygınlaştığı yasal-anayasal hayallerin ortaya saçıldığı bir sosyalist hareketle karşı karşıyayız. Seçim rakamları ve haritaları üzerinden “hasar tespit çalışmaları” yapıyor, “bu seçim olmadı, önümüzdekinde mutlaka kazanacağız” diyorlar. Sanki 24 Haziran’ı varlık yokluk sorunu haline getiren, “durduramazsak her şey biter” diyen bizdik!

Tarih boyunca parlamentonun ve seçimlerin ne olup olmadığı üzerine doğru düzgün kafa yormamış, parlamento dışında sürüp giden asıl savaşımın anlamını hiç kavramamış dört başı mamur bir oportünizm var karşımızda. Bırakın günümüzü, 19. yüzyılın “demokratik cumhuriyet çağı”nda bile parlamento ve seçimler, işçi sınıfının (emeğin) kurtuluşunun aracı olmadı hiç. Marx ve Engels ve sonrasında Lenin, parlamentonun en aktif ve başarılı kullanım dönemlerinde bile, bu yönde en ufak bir imada dahi bulunmadılar. Tersine, aslolanın parlamento dışı mücadele olduğunu vurguladılar. Ama bizim hamkafalarımız, “demokrasiyi, barışı, kardeşliği, adaleti, bilimsel eğitimi inşa edip, işsizliğe ve yoksulluğa çare bulmak için oy ver” (Evrensel Gazetesi) diyerek, Avrupa sosyal demokrasisi ile aynı öze sahip oportünizmlerini sergilemekten geri durmazlar.

Komünist Enternasyonal, sosyal-demokrasideki bu oportünist çürümeyi de hesaba katarak, 1920’de 2.Dünya Kongresi’nde kabul edilen Tezler’de “önceki dönemde belirli bir süre olduğunun tersine, şimdiki dönemde, parlamento, komünistler için hiçbir biçimde işçi sınıfının durumunun düzeltilmesi ve reformlar için mücadele alanı olamaz. Bugünkü siyasal hayatın ağırlık merkezi tamamen ve nihai olarak parlamento sınırlarının dışına çıkmıştır” derken, tam da bugünün parlamenter ahmaklarına işaret ediyordu.

İşçi sınıfı seçimlerden de, parlamentodan da faydalanır. Ama asla “seçim kazanmak”, “oy ile dünyayı ve kendi durumunu değiştirmek” türünden yasal-anayasal/parlamenter hayallere kapılmaz. Proleter mücadele kendini parlamento duvarlarına hapsetmez. Sandıkta alınacak sonuç üzerinden “zafer ve yenilgi” hesaplarına girmez. Bu deli gömleğini asla giymez! 24 Haziran sürecinde “tek adamı durdurmak” fikriyle yatıp kalkanlara bakın! Muazzam bir karamsarlık, çıkışsızlık, hiçleşme dışında ne var ellerinde? Topluma ve sınıfa yayıp durdukları, geleceksizlikten başka nedir?

Bu parlamenter budalalar, sınıf mücadelesini parlamenter mücadeleye tabi kılmaya kalkıyor. Oysa bunun tersi doğrudur. Parlamento ve seçimler dahil, bütün araçlar, sınıf savaşımına, proletaryanın parlamento dışı savaşımına tabi kılınmalıdır. Marksistler seçimlere bu perspektifle girerler. Çok sandalye kazanmak, alan tutmak vb gibi değildir dertleri. Hele “yasama faaliyeti” ile mevcut durumu değiştirmek hiç değil! Sıradan işçilerin “meclisin bir önemi kaldı mı ki” diye hayıflandığı bir yerde, seçimleri ve parlamentoyu her şey yerine koyan oportünist sosyalist harekete ne demeli?

30 Haziran 2018

Sinan Kaleli